Bu röportaj ilk olarak 29 Aralık 2013'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Tekstil bölümünden mezun olan Özgür Masur, çeşitli markalara danışmanlık verdikten sonra 2008’de kendi markasını kurdu ve o zamandan beri haute coutureün Türkiye’deki yıldızı. İsterseniz vakit kaybetmeden röportajımıza geçelim. Çok keyifli geçen röportajımızdaki sohbet havasını özellikle bozmamaya çalıştık…
GalataModa’yla ilk parlamanız…
Danışmanlık verdiğim zaman kendi bir markam yoktu, işte firmaların erkek koleksiyonlarını, bayan koleksiyonlarını yönetiyordum. O zaman GalataModa festivali vardı, ben de o zamanlar Moda Tasarımcıları Derneği’nin ilk üyelerinden birisiyim. GalataModa yapılmıştı ve insanlar bana “Sen de katıl, sen de katıl” gibi telkinlerde bulunuyordu. GalataModa festivalinde böyle küçük butik bir koleksiyon hazırlayıp sonrasında da GalataModa’nın bitiminde kendi ofisimi açma kararı aldım baskılar üzerine.
“OFİSİMİ AÇTIĞIMDA MAKİNA ALACAK PARAM YOKTU…”
Türkiye’de iyi tasarımcılar arasında hem yarışmalardan ödül alanlar var, hem de GalataModa gibi etkinliklerde ilk parlamasını gerçekleştirmiş olanlar var. Sizce ödül almak mı daha etkili, yoksa etkinliklerde parlamak mı?
Ben de üniversite zamanlarımda birçok yarışmalara katıldım, ödül aldıklarım var, almadıklarım var. Mesela Üniversite 4’teyken Geleceğin Yıldızı ödülünü aldım Moskova’dan, Türkiye’yi temsil etmiştim. Ondan sonra İTKİB Genç Tasarımcılar Yarışması’nda 3.lük ödülüm var. Bu yarışmalar insana bir noktada kendi mesleğine karşı bir özgüven hissi veriyor. Önemli olan ne yapmak istediğin, hangi yolda ilerlemek istediğin. Aşk-ı Memnu mesela, benim için efsanedir. Markamı ilk açtığım zamanlardı, orada yer almak bir çıkış oldu. Arşivlerde saklayacağım bir dizi. Yani siz ne yapmak istediğinize karar verdikten sonra bu da bir yol. Dizilerdeki oyuncuları giydirerek de kendinize yön verebilirsiniz, bir yarışma da olabilir. Sadece ne yapmak istediğine karar vermek önemli olan.
Ben tasarımcıyım, sadece moda tasarımı eğitimi almadım. Ben genel anlamda tasarım eğitimi aldım. Benim için tasarım yapmak demek, malzemelerin değişmesi, ama fikrin başka bir şekilde yorumlanmasıdır. Onun için ben hikayelerimi şimdilik kadınlara -belki ileride erkeklere de olabilir- kadınlara kostüm yaparak, giysi yaparak, kılık yaparak mutlu oluyorum hayatımda ve bundan para kazanıyorum. Bu benim seçtiğim yol. Bunun tanıtımı, dizilerle de olabilir, yarışmalarla da olabilir, böyle etkinliklerle de olabilir. Önemli olan kendi hedefini, yolunu belirlemiş olmak.
“PHOTOSHOP GİBİ BİR MESLEĞİMİZ VAR”
Sanki her şey çok kolay gelişmiş gibi, oysa öyle değil.
Hiç kolay değil tabi. Ben tekstilci bir ailenin çocuğuyum, benim abimler de, ablam da, annem de, hep tekstille uğraşmışlar. Ve ben mesela Tekstil kazandığım zaman abimler “Nasıl yapacaksın?” dediler, o kadar yorulmuşlar. Çok zor bir sektör baktığınız zaman. Şimdi işin üretim kısmıyla ilgileniyorlar tekstilin. Ben ise işin daha kreatif yanına, daha başka bir gözle, daha tasarım gözüyle bakıyorum olaya. Öyle bir eğitim aldım ve öyle ilerlemek istedim.
Önceden danışmanlık yaptığım zamanlar iyi paralar kazanıyordum, o paraları alıp yurtdışında bir tişört için Londra’ya gittiğimi, bir ayakkkabı için Milano’ya gittiğimi bilirim. O parayla, sorumluluğun olmadığı, genç olduğum, ve harcadığım bir dönem geçirdim. Ben biraz paramı tutsam diye bir şey olmuyor, herkes yaşayacak bunu. Benim hiç param yoktu ofisi açtığım zaman, ve ben kendi ayaklarımın üstünde durmak istiyordum. 1500 lira gibi bir parayla ben kendi ofisimi açtım. Makina alacak param yoktu. Makinalarımı ağabeyim aldı hediye bana, falan filan, öyle başladı.
Bir kere olgunlaşmak anlamında ben üniversiteden mezun olduğumda da kendi ofisimi açabilirdim, ama olgunlaşmak anlamında endüstride 7-8 sene danışmanlık vermek, çalışmak, koleksiyon hazırlamak, insanı çok olgunlaştıran ve eğiten bir şey. Ben hep bu yolu seçtim, ve ben hep konferanslarımda da üniversitede moda tasarımı eğitimi alan arkadaşlara hep derim; üniversiteden mezun olur olmaz ne olursunuz kendi ofisinizi açmak ve kendi koleksiyonunuzu hazırlamak gibi bir sürece girmeyin, bana göre endüstriye gidin, biraz sürtün, kumaş topu taşıyın, o tozu yutun, atölyelere girin. Çünkü insanı o kadar olgunlaştıran ve geliştiren şeyler ki. Ben bunların hepsini, her aşamasını, kumaş topu omzumda, depolara kumaş taşıyarak bile stajlarda geçirdim ve gördüm. Bunları görmek çok erdemli bir şey.
Hani hep bir söz vardır ya, hamdım, piştim, yandım. Bizim işte hiçbir zaman yandım gibi bir iş yok. Çünkü Photoshop gibi bir mesleğimiz var. Photoshop da asla sonu olmayan bir şey. Onu onla yaparsın, başka bir şey olur, hep kendini yenileyen bir şey. Bizim meslek de öyle bir şey. Onun için her aşamasından geçmek gerekiyor.
“BİR TASARIMCININ HAYATLA İLGİLİ BİR HİKAYESİ VARDIR HER ZAMAN”
Çok zorlu zamanlar geçirdim, geceleri hala buradan çıktığımda bile işimle ilgilenmeyi bırakmıyorum, çünkü benim hayatım işim. Ben biraz kariyer odaklı bir adamım ve eve gittiğim zaman hiç boş durmuyorum, mutlaka mesleki anlamda araştırmalar yapıyorum, yani kitap okuyorum, dergiler alıyorum, bununla ilgili programlar, CDler alıyorum, koleksiyonları inceliyorum. Bu benim için hep bir birikim.
Ve bunları bilmeden çoğu insan modayla ilgileniyor. Geçmiş yüzyılı bırakın, yani 1900’den günümüze kadar olan dönemleri bile bilmeyen insanlar var. Yani bu bir tasarımcı için bilinmemesi çok zor bir şey. 20’ler, 30’lar, 50’ler, 70’ler denildiği zaman stil anlamında, look anlamında, malzeme anlamında, yaşam tarzı, o kadar önemli ki. Bunları bilmek gerektiğini düşünüyorum. Yani bir tasarımcının hikayesinin eline A4 kağıdı alıp da elbise çizip de onu boyayıp bir kadını giydirmek olduğunu düşünmüyorum. Bir tasarımcının hayatla ilgili bir hikayesi vardır her zaman. Yoksa çok iyi zanaat yapan çok iyi terziler var, ne farkı var?
“TÜRKİYE’DE TASARIMCI-MARKA İŞBİRLİĞİ ALGISI DAHA BEBEK”
Marka algısı konusunda arzu ettiğiniz algıyı oluşturabildiğinizi düşünüyor musunuz? Dışarıdan baktığınızda Özgür Masur sizce nasıl biri?
Bir hikaye anlatacağım mesela, Beyonce bir marka, ve çok sevdiğim, dünyanın en kendine özgü stili olan bir kadın. Ama en son Afrika’da çektiği bir klipte Afrika’nın köylüleriyle dans edecek, belgeselde izliyorum. İletişimle alakası olmayan köylüler, kadını tanımıyor, Beyonce’nin kim olduğunu bilmiyor. Birisi gelecek, dans edeceksiniz diye anlatmışlar. Markanın tanımı odur, dünyanın her tarafında bilinirliği olması.
Ben şu anda Türkiye’de kendi alanında isim yapmış bir tasarımcıyım, bazı ülkelerde müşterilerim var ve bazı butikler var ürün yolladığım ama global anlamda marka dersem, bu yalan, böyle bir şey yok. Ben kendi ülkesinde, kendi sektöründe iyi işler yapmaya çalışan bir tasarımcıyım ama marka algısında daha global bir marka gibi hiç düşünmüyorum, böyle bir şey söylemek de mümkün değil zaten. Bunun için çok daha başka yollar izlenmesi gerekiyor. Çok genç bir marka daha doğrusu çünkü Özgür Masur.
Marka algısı konusunda, mesela butigo.com için ayakkabı tasarladınız, Loreal için bir fular tasarladınız, Zen Diamond, Her Story için takı tasarladınız, Magnum ile bir koleksiyon hazırladınız. Bunun gibi şeyler yapıyorsunuz başka markalarla, bu sizin marka algınıza zarar veriyor mu sizce?
Benim markam da ikiye ayrılıyor, bir Özgür Masur Couture var özel müşterilerime çalıştığım, bir de Soul by Özgür Masur var. Ben Soul by Özgür Masur’u 1,5 sene önce kurdum, ve şimdi önümüzdeki sezon Paris’teki fuarlarda onun duyurusuna da başlayacağım. Daha ulaşılabilir fiyatlı ürünlerin olduğu bir matematik olacak orada. Bana çok mail geliyordu, “Ben çok beğeniyorum koleksiyonlarınızı ama satın alamıyorum çünkü böyle bir bütçem yok” diye. Tamam, olabilir. Ben tasarımcının kesinlikle alt linelara inmesi gerektiğini ve kendi ismini duyurabilmek için daha düşük maliyetlerle onun tasarımına insanların sahip olabilmesini sağlaması gerektiğini düşünüyorum. Hiç marka algısını bozmuyorum, bir yandan lüks tarafa da hizmet ediyorum. Mesela Isabel Marant H&M’i yaptı, Isabel Marant çok yetenekli bir tasarımcı, H&M’de ise her girenin bir parça alıp çıkabileceği bir fiyat skalası var. Bana göre Isabel Marant şimdi bütün dünya tarafından bilindi. Isabel Marant sadece moda takip edenler tarafından son 5 senede bilinmiş bir isimdi ama H&M ile Almanya’nın köyünden Japonya’nın köyüne kadar bence herkes duymuş oldu.
Siz de Batik için böyle bir koleksiyon tasarlıyorsunuz. Bu sizce moda dünyasında yeni bir akım mı?
Hayır, Türkiye’de de daha önce bir sürü örneği yapıldı. Burada biçilen hedef başka. Batik’in benim koleksiyonum dışında geniş bir koleksiyonu var. Batik’le mesela o müşterilere ve yeni gelecek müşterilere Özgür Masur algısını Batik içinde oturtmaya çalıştık. Bu akım baktığınız zaman yeni bir akım evet, Isabel Marant, Karl Lagerfeld, Marni, Lanvin H&M için yaptı. Türkiye’de Hakan Koton’la yaptı, Elif Network’le. Bu algı merak algısı, insanların merakını da tazelemek için bence güzel bir algı.
Tasarımcı ve marka işbirliği bence çok önemli. Türkiye’de daha yeni yeni oturmaya başladı bu algı. Ve böyle tasarımcı-marka işbirlikleri olduğu zaman markanın daha da globalleşmeye başladığını düşünüyorum. Çünkü tasarım geçmişi Türkiye’de 20 seneye bile dayanmıyor yani. Tasarım, tasarımcı, moda tasarımcısı, grafik tasarımcı, bunlar çok yeni duyulan terimler. Yani Fransa’da Louis dönemine, İtalya’da 75 sene öncesine dayanıyor bu. Onun için bizde daha bebek, o algı daha büyüyecek tabi zamanla.
“YATIRIMCILAR İNŞAAT SEKTÖRÜNDE DAHA ÇOK PARA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR, ÖYLE DÜŞÜNENLERİ DE GÖRDÜK…”
Farklı ürünler tasarlıyorsunuz farklı markalar için. Bu ürünleri Özgür Masur markası altında görecek miyiz böyle bir planınız var mı, mesela ayakkabı gibi?
Olabilir. Marka globalleşmeye başladığı zaman zaten belli bir dönemden sonra aksesuarından kemerine, ayakkabısına kadar yapmak gerekiyor. Bu da tasarımcının kendi yatırımıyla değil, başka bir yatırımcının markayı ele almasıyla olabiliyor. Türkiye’deki birçok tasarımcının yurtdışına giderken “Hangi havayollarından daha ucuz bilet alırım” mantığı ile yurtdışındakilerin “Ah ben yarın bir Japonya’ya gitsem” diyip businessta biletinin önüne konulmasındaki mantık çok farklı. Türkiye’deki tasarımcıların bence uzmanlaşması gereken daha başka marka algıları var. Yurtdışında bu çok daha farklı ilerliyor. Ama burada kesinlikle tasarımcının yeteneğini konuşmuyoruz. Türkiye’de çok yetenekli tasarımcılar var. Onlara iyi ve global bir yatırım yapıldığı zaman çok başka bir yerlere gelebileceğini düşünüyorum ben. Onun için inşallah bir yatırımcı keşfeder, ben de yaparım ayakkabı, kemer, pantolon, her şeyi yaparım yani. Tamamen ekonomiyle alakalı bir şey.
Bu konuda yatırımcılara ulaşma konusunda bir çalışmanız var mı?
Türkiye’de artık inşaat sektörü daha aktif, tekstile çapul gözüyle bakılan bir ülkede böyle bir algı nasıl oturur açıkçası bilemiyorum. İyi gözle bakıldığını düşünmüyorum hükümet tarafından. Tekstil öldürülmeye çalışılıyor, ve çok öldü, ama bir yandan da tasarım algısı başladı. Yatırımcılar inşaat sektöründe daha çok para olduğunu düşünüyor herhalde, öyle düşünenleri de gördük işte. Tekstilde öyle bir yatırımcı kafası çıkmadı henüz.
Bu yatırımı yurtdışından almaya çalışamaz mısınız?
Olabilir ama bunu kovalamak gerektiğini düşünüyorum. Ben şu anda onu kovalamıyorum. Kendi markamın daha da yere ayaklarının sağlam basması için uğraşıyorum. İnşallah o günler de gelecek.
“DÜNYA BİR KURTLAR KAPANI”
Globalleşmiş olmak öncelikli hedefiniz değil yani?
Tabi ki öncelikli hedefim, Paris’e başladım yavaş yavaş, dünya da bir kurtlar kapanı. Türkiye’den Paris ya da Londra’yı yönetmek çok zor, çünkü zaten orada çok iyiler var, ve orada yönetiyorlar. Sen buradan orayı nasıl yöneteceksin yani, böyle bir kafa yok, ben buna da inanmıyorum. Eğer Londra’da veya Paris’te olacaksan Paris’te ayın 15-20 günü yaşayarak, orada bir evin olarak, orada çalışarak geçireceksin. Burada koleksiyon hazırlayıp oraya götürmek arkanda çok büyük paralar yoksa çok zor. Çünkü kurtlar kapanı. Yani çok büyük paraların olur, sen normal sezonda Paris’te gider Fashion Week’ine katılırsın, ama öyle bir davet verirsin, öyle bir parti verirsin, öyle celebrityler getirirsin ki Elie Saab gibi, o zaman orada yaşamana gerek yok, zaten her şeyi yapıyorsun. Ama orada yaşayan o kadar çok tasarımcı var ki, yani onlar orada deli gibi çalışıp, deli gibi konferanslarda, deli gibi trendleri kovalarken, sen burada başka bir şeyle boğuşurken kapışamazsınız. Çok, çok zor bir şey.
Bu sektörde iyi tasarım yapmak yetmez diyebilir miyiz?
Akşama kadar yetenekli ol, hiç önemli değil.
“TASARIMCILARIN BİRBİRİNİ DESTEKLEMEMESİ AVAMLIK, KIROLUK VE KÖYLÜLÜKTEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.”
Siz başka nelere dikkat ediyorsunuz bu noktada? Sizi buraya getiren neler vardı arka planda?
Bir kere düzgün ürün yapmaya çalışıyorum. İnsan ilişkilerine çok dikkat ediyorum. İnsanlarla tanışıyorum, insanlarla sohbet ediyorum, birbirimize nasıl faydalarımız olur, onları hep dertleşiyoruz ve konuşuyoruz. Benim arkadaşlarımın hepsi tasarımcı. Elif Cığızoğlu, Eda Güngör, Gamze Saraçoğlu, Simay Bülbül… Tasarımcıyız ama biz aynı zamanda çok yakın arkadaşız. Simay bana akşam oturmaya kahveye gelir, ben Elif’e bebeğini sevmeye giderim, işte hep bir görüşme halimiz var. Çünkü bir çabayı ve tasarımı, tasarımcı kafasını kavrama oturtmaya çalıştığımız bir ülkede snobe duramazsın. Bu avamlıktır. Başka hiçbir şey değil. Bu kıroluk, köylülükten başka bir şey değildir. Beraber olmak zorundasın. Biz fuarlara giderken bile birbirimizi çok destekliyoruz. Defile zamanlarında kimin koleksiyonu yetişmiyorsa onun parçasını alıp dikebiliyoruz. Bu şekilde işler grup halinde olur. Hepimiz konuştuk, tepkilerimizi gösterdik ama bir araya gelip Gezi Parkı’nda oturduğumuz zaman sesimizi duyurabildik. Bireysellikten hiçbir şey doğmaz; birlik olmaktan, beraber olmaktan doğar. Biz de birlik olup düzgün işler ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Düzgün konuşmaya, kendimizi düzgün ifade etmeye, insanlara hikayemizi anlatmaya çalışıyoruz. Yurtdışındaki çok önemli fuarlarda Türkiye’deki tasarımcılara ‘hadi gelin burada bir trend area yapalım’ denebiliyorsa biz önemli şeyler başarmışız demektir. Evet, sektör fason anlamda tüketiliyor ama bir yandan da kreatif anlamda ‘hadi siz yapın bu sezon’ denip Turkish designer hall’ler hazırlanıyor. Bunlar tasarım anlamında çok önemli çalışmalar. Onun için şu anda hepimiz, sadece ben değil, bütün tasarımcı arkadaşlarımız düzgün işler yapmaya çalışıyoruz.
“MODA ÇOKLU KİTLELER TARAFINDAN KABUL EDİLMİŞ BİR SİNERJİDİR.
Son yıllarda haute couture’den hazır giyime doğru bir yöneliş var. Sizce haute couture kan mı kaybediyor, yoksa hazır giyim daha açık bir pazar imkanı sağladığı için daha mı çok tercih ediliyor?
Aslında hazır giyim modanın tanımını daha çok yansıtıyor. Moda, çoklu kitleler tarafından kabul edilmiş bir sinerjidir aslında. Couture kişiye özeldir. Hiçbir zaman, kıyamete kadar couture değerinden bir şey kaybetmez. Couture bambaşka bir şey ve hep var olacak. Ama bir tasarımcı olarak ben de couture ile başlayıp sonra kendi hazır giyim markamı kurdum. Daha fazla kişiye ulaşmak, modayı yönlendirmek hazır giyimle daha mümkün. Hazır giyim ve couture birbirinden tamamen farklı iki alan. Biz couture’de çiziyoruz, dikiyoruz, kişiye özel aşağıya yukarıya alıp çapraz koyuyoruz. Couture kişiye özelin yanında aynı zamanda kadın bedeni üzerinde oynama ve yeteneğini gösterme sanatı, o yüzden çok zevkli benim için.
“HENÜZ KENDİ MARKAMI KENDİ ÜLKEMDE KABUL ETTİRMİŞ BİR TASARIMCI OLDUĞUMU DÜŞÜNMÜYORUM.”
Soul by Özgür Masur’un şu anki durumu nedir? Yurtdışına ihracat yapıyor musunuz?
Evet, 28 Şubat’ta Paris’teki fuarla başlıyorum. Şimdilik defilesini gösterdim, insanların kulağına fısıldadım, artık yurtdışındaki fuarlarda kendimi tanıtmaya başlayıp siparişleri hem Türkiye’de hem de yurtdışında daha da yoğunlaştırmaya başlıyoruz.
Özgür Masur’u daha da global göreceğiz yani?
Ben dünyalıyım ama dünyalı tasarımcı değilim şu anda. Global marka olmak her tasarımcının hedefidir. Ama öncesinde oturtulması gereken şeyler var. Kendi ülkesinde iyi yerlerde satmayan bir tasarımcının, dünyanın başka noktalarında satması benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Önce kendini kendi ülkende kabullendir, ondan sonra yurtdışına açıl. Aksi takdirde bir ifade eksikliği olur. Şu anda Türkiye’de beni çok seviyorlar, kadınlar da, basın da çok seviyor. Ama henüz kendi markamı kendi ülkemde kabul ettirmiş bir tasarımcı olduğumu düşünmüyorum. Eğri oturup doğru konuşalım.
Kendi ülkenizde kabul edilmenin kıstası sizin için nedir?
Doğru ve iyi noktalarda satmaktır. Türkiye’deki ‘Designer Corner’larda, en az 2-3 noktada satıyor olmak gerekir. Büyük bir mağazası olması lazım, insanların rahat ulaşabildiği noktalardan ürünleri temin edebiliyor olmaları lazım. Farklı kesimlerden, A, B, C grubu insanların o parçalara sahip olması lazım. Tabi ki yurtdışında satmak da çok önemli, sadece orayı hedef alabilirsin ama ben öyle yapmıyorum. Türkiye’de üretiyorum, bütün düzenim, atölyem burada. Eğer burada üretilen bir tasarıma buradaki insanlar ulaşamıyorsa, sizce de bir gariplik olmaz mı? Mesela ben Türk’üm ama atölyem Paris’te olsa, orada üretsem durum daha farklı olurdu. Ben bu topraklarda doğdum, eğitildim ve bu topraklarda bir şeyler başarmaya çalışıyorum. Eğer bu topraklarda benim ürünlerimi tanıyan kimse olmazsa çok garip olurdu.
“MAGNUM’LA YAPTIĞIM PROJEDE ÇOK DAHA “ÖZGÜR”DÜM”
Sizce deadline tasarımı öldürür mü? Mesela 6 ayda bir tasarım hazırlama zorunluluğu?
Tabi ki öldürür. Bir ayda hazırlanan koleksiyonla altı ayda hazırlanan koleksiyon bir olmaz. Ben daha koleksiyonumu dikmeye başlamadım, ama önceki defilemden sonra ne yapacağıma karar vermeye ve onunla ilgili çalışmalar yapmaya başladım; dikimler son bir buçuk – iki ayda tamamlanıyor. Bu doğru bir süreç. Ama uzun bir deadline’ımız varsa koleksiyon daha doğru bir şekilde ortaya çıkar.
Marka işbirliklerinde daha özgür olduğunuzu söylemişsiniz. Markalarla olan işbirliklerinde deadline daha kısıtlı olmuyor mu?
Marka işbirliklerinde durum çalıştığınız markaya bağlı. Batik’te kısıtlanıyorum ama Magnum için Orlando Bloom’la bir proje yaptım ve orada çok daha rahat ve satış kaygısı olmadan çalıştım, çok daha özgürdüm. Satış odaklı bir projede bir noktada müşteriye de hitap etmek zorundasınız, bazı kıstasları kapatmak zorunda kalıyorsunuz. Atıyorum, sırtın yarısına kadar açıyosunuz da bele kadar açamıyorsunuz.
Hiçbir maddi kaygınız olmasa tasarımlarınızda ne tür farklılıklar olur?
Daha özgür olursun. Benim bankada 20 trilyon param olsa daha rahat çalışırım. Daha çok gezerim, tozarım, oturur faizini yerim o paranın. Her şey daha farklı olur, kısıtlı bütçeyle koleksiyon hazırlamakla büyük bütçeyle koleksiyon hazırlamak birbirinden çok farklı şeyler. Ben ilk işe başladığım zamanlarda polyester kumaş kullanırken şimdi polyester astar bile kullanmıyorum. Elbiseler çok farklı duruyor, aynı zamanda sen de eğitiliyorsun bu süreç içinde.
“BİR KADININ ÇANTAYI TUTUŞ ŞEKLİ BENİM İÇİN ÇOK ŞEY İFADE EDER”
Sizin için yeri ayrı olan bir tasarımınız var mı?
Var, Aşk-ı Memnu’da Beren’in giydiği beyaz bir elbise vardı. O benim koleksiyonumun ilk parçasıydı ve benim için çok önemlidir.
Tarih öncesinde sadece korunmak için giyinirken şimdi giyinmek neden bu kadar önemli oldu sizce?
Ben hiçbir zaman güzel giyinmeyi önemli bulmadım. Benim için önemli olan doğru giyinmek. Ben üniversiteden beri kadını hiçbir zaman güzel göstermeye çalışmadım. Güzel olur bir şekilde, makyajla ya da biraz süslenir. Güzel bir şey çıkar mutlaka, ama doğru bir şey çıkar mı onu bilemiyorum. Ben müşterilerime de hep onu söylüyorum; güzel olanın değil doğru olanın peşinden koşun. Müşterilerimi önce aynanın karşısına alıp onlara önce bedenlerini tanıtıyorum. Neden önemli hale geldi? Çünkü insanlar kendilerini stilleriyle ifade etmeye başladılar. Artık “Ye kürküm ye” dönemini yaşıyoruz.
Benim için bir kadının elbisesi değil ama ayakkabısı çok önemlidir. Kadının ayakkabısı ve çantası benim için çok şey ifade ediyor. Çantayı tutuş şekli ve ayakkabısı ona nasıl bir elbise yapacağımı tanımlayabilir çoğu zaman.
Sizce Türk kadınının yaptığı en büyük giyim hatası nedir?
5 bilinmezi aynı anda bir arada toplamak… 40 beden üstü kadınların tayt giyip üstüne bluz giyip dolanmalarına tahammül edemiyorum. 44 beden olan bir kadın da tayt giyebilir ama onun üzerine tunik giy be kardeşim. Örneğin bu doğru giyinmektir.
“BEYONCE BANA GÖRE ÇOK AVAM BİR KADIN AMA PAKET OLARAK ÇOK BEĞENİYORUM”
Türkiye’de ya da dünyada tarzını beğendiğiniz ünlüler kimler?
Charlize Theron’u mesela çok beğeniyorum. Ama Charlize Theron’u bir paket olarak çok beğeniyorum. Kadının evde ne yiyip içtiğini bilmiyorum, ama baktığınız zaman kadının takısı, küpesi, tokası, elini koyuşu, bakışı, hayat hikayesi, duruşu paket olarak beni çok heyecanlandırıyor. Beyonce bana göre çok avam bir kadın ama çok beğeniyorum. Çok güzel pazarlanmış bir paket. Bir kere kendine özgü bir stili, bir dansı var. Bana göre çok kötü giyinen bir kadın ama paket olarak baktığınızda avamlığına yakışan parçalar giyiyor. Paket olarak çok beğeniyorum.
Tasarımcılardan kimleri beğeniyorsunuz?
Şu sıralar Altuzarra’yı çok beğeniyorum. Koleksiyon paketi çok güzel. Gareth Pugh’yu kendi alanında çok beğeniyorum. Sonia Rykiel’in trikolarını çok beğeniyorum. Şu sıralar Chanel’e tahammül edemiyorum. Chanel’ in geçmişini, altyapısını çok iyi bilmeme rağmen –ki proje konumdu Chanel üniversitede aynı zamanda- şu an bana hiç Chanel gibi gelmiyor. Çok güzel parçalar, ama Chanel değil. Bence doğru bir paket yönetilmiyor.
Thursday, September 20, 2018
Tanju Babacan Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 27 Ocak 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Showrooma girdiğimizde Tanju Babacan’ı akordeon çalarken buluyoruz. Kısa ama şahane bir dinleti sonrası röportajımıza geçiyor, Tanju Babacan’ın moda tasarımcısı olma hikayesini kendi ağzından dinliyoruz:
Almanya’dan Türkiye’ye göç ettiğimiz zamandı. Sürekli elbiseler çizerdim ve Allah bana çok lüks bir şey yaşattı, tam akranım bir kuzen verdi bana. Bir kızın üzerine sürekli bir şeyler uygulayabiliyordum ve bir şeyler çizip hangisinin güzel durduğuna bakma durumundaydım. Mesela o çizimlerim bile yok ortada. Şimdi çocuğunuzun doğarkenki hali, beslenirkenki hali, her şeyinin videosu olması ne kadar büyük bir lüks. Velhasıl, liseye kadar varan dönemde, doğadan, ondan bundan faydalanarak beni fark ediyorlardı. Lisede öğretmenimiz bir ders verdi bize, vitrin dersi yapacağımızı söyledi. Daha hala uyanmış değildim, kimse uyanmış değildi. Ben de uyanamıyordum, bir hayal gücüm var ama. O yıllarda annem babam dönünce bir yüncü dükkanları oldu, manifaturacı diyelim. Aslında baktığınızda güzel bir yerdeyim, mesleğimle ilgili bir yerdeyim; renklerin içindeyim, düğmelerin içindeyim. Eski Alman kataloglarını dekupe ederek, altlarına bir şeyler yapıştırarak ne kadar kumaş bulursam onları kullanarak üç boyutlu bir vitrin resmi yaptım ve öğretmenim bana ilk sıcak kelimeyi söyledi, “Sen stilist olmalısın.” dedi. Stilist parlak bir kelime ama stilistin ne demek olduğunu bilmiyordum. Çünkü bu ülkenin büyük bir kesimi stilistin ne demek olduğunu bilmiyordu.
“PARAM OLMADIĞI İÇİN İLK ÖDÜLÜMÜ ALMAYA OTOSTOP ÇEKEREK GİTTİM”
Sonra benim için hemen okul bitti, burası şimdi üzücü olan bölümü. Çünkü üniversitelerde tasarım bölümü yoktu. Velhasıl o dönemin en iyi kursunu araştırdık. O dönemin en iyi kursuna gittim, çizimlerimi gösterdiğim an beni kabul ettiler, Mediha Ener’dir bu, dönemin önemli bir etiketidir ve modelistliğe de gitmek zorunda olduğumu anlattılar bana. Düşünsenize, keyifsiz yani sadece çizecektim her şeyi, şu an bu konuda eğitim gören insanların yanlış yaptıkları gibi. Mezun olana kadar orada tüm performanslarımı gösterdim, yapılabilecek her şeyi yaptım. Sonra Türkiye Giyim ve Sanayiciler Derneği’nin yarışmasına katıldım. Karmada 12, erkeklerde 1. Olarak Vitali Hakko’nun elinden ödülümü aldım. Fakat Vitali Hakko’dan ödülümü almaya giderken, otostopla gitmek zorunda kaldım çünkü yol param yoktu. Hatta gittiğim kursu dahi yarım bırakmak zorunda kaldım. İki hafta sonra kursun müdürünün, eve geldiğimde evde oturduğunu gördüm. Anneme şöyle bir şey diyordu: “Kevser hanım biz bütün öğrencilere gitmiyoruz. Bu kadar isteyen birinin gelmemesinde bir sorun olacağını düşündük.” Annemlerin o küçük dükkanları da kapanmıştı, yani artık okula gitme şansım yoktu. Bu kurs bana sponsor oldu ama yol parama sponsor olmadı. O yüzden ömrüm otostopla geçti zaten, o da zevkli bir bölümüydü. Velhasıl ödülümü aldım, kısa bir süre sonra gazete ilanıyla bir iş buldum kendime. Bu iş anında kavga ettim. Okulda bana üstün diyorlardı ama ben zaten sınav sonu finalime “tanıdığınız ünlü modacılar” arasına kendi adımı da yazmıştım. Bana zaten Türkiye’nin ünlü bir modacısından, ona asistanlık yapmam adına, staj yapmam adına teklif geldiği zaman okulun etekleri zil çaldığında ben kabul etmediğimi söyledim, ben onun zaten meslektaşı olacaktım. Bizim zamanımızda öyle stajyer durumları falan yoktu. “Ben gidip onun altında çırak olmam.” dedim. Bunun üzerine İzzet Çapa fark etti, Gürnar Çapa da aynı şekilde ve orada çalışmaya başladım. Zamanla müşterilerle tam oldum zannediyordum ki ben kendime dükkan açtım. Müşteriler onlarındı, ben içeride çalışan herhangi bir piyondum. Sonra tekrar girdim. Modacılık serüvenim böyle başladı ve buraya kadar geldi ama geldiği yer daha doğum günüm değil. İnşallah ölüm günümde takdir ederler nereye geldiğimi diye düşünüyorum.
BuModa: Peki tasarım süreciniz nasıl ilerliyor?
Bir defile yaptığınız zaman bir konu belirlersiniz. O konudaki bütün akorları doğru basabiliyor musunuz? Bir kere rengi doğru veriyor musunuz? Oturan bütün kitleye en azından ikişer kıyafetiniz için “Ben bu elbiseyi giyebilirim” dedirtebiliyor musunuz? Bunun üzerindeki konuyu, baskınızla ya da kumaş seçiminizle veya falanla filanla konunun altını sağlamlaştırabiliyor musunuz? Konudaki detayları seçerken bütün bu organizasyona katılacak markaların da üzerine çıkabiliyor musunuz?
“SENİN DAYILIĞIN YUMURTAYA SÖKMEZ”
“Ben Buraya Çıplak Geldim” koleksiyonuma dönüyorum, yani Nil Karaibrahimgil var, o var, bu var, her şey var, Yaradan’ın yarattığı bir şey var. Ben ne demiştim; pırlantalı olsun tavan, düz tavan olsun, fukara ol, zengin ol, bu yumurtayı tak tak kırdın mı “şak” diye herkeste aynı patlar kardeşim. Senin dayılığın yumurtaya sökmez. Ardından ben geçen seneki koleksiyonumda dünya genelindeki pozitif mizahi başkaldırılar, siyasete bazıdan bazıya kadar varan çarpmalar ve Türkiye’de yaşadığımız için Türkiye’deki olaylar. Orada da bir ayrımcılık gördüm. İşte ne yaptık, Nilgün Öztürk hanımefendi ile desenleri beraber çalıştım, bir ressam tercih ettim. İşte ormanı, ağacı yaptık, biraz merdivenimsi hatlar olsun dedik. Ardından nereye bağladık, bazı slogansal yazıları da görüyorsunuz, her şeyi verdik. Ama finali yoktu. Krem şantisini koymadık. Ben bu ülkede namaz kılmadığım yıllardan namaz kıldığım yıllara kadar nüfus kağıdında İslam yazan, İslam’ın da referansının direkt Kur’an-ı Kerim olduğu bir ülkede baş kapanmanın sorun halinde oluşunun şaşkınlığındayım. Çünkü aramızda hangi cins, hangi ırk farklı, şu an oturuyoruz hep beraber. Hepimiz saygıda üç düğme varsa dört düğmeliyiz. Finalde arada bir tesettür kıyafet yaparak benden nemalanan veya medet uman bazı –gerçekten İslam olanlara saygı duyuyorum- bazı yavşaklara karşı bir tane tesettürlü kız çıkarıp da arada “Ben size de bunu yaparım, buradan da para kazanırız” diye bir harekete tenezzül bile etmedim. Bir eşarp kullanılacaksa finalinde yasak buydu diye bağlarım ama o kadar enteresan ki, bir bölümü “aa acaba niye yaptı”, bir bölümü “aa başörtüsüne ters mi geldi”. Size yazıklar olsun.
YENİ KOLEKSİYON: ASTROWINTER
Şimdiki koleksiyonda büyük bir doğum dönemimdeyim, yani sanki daha önceki koleksiyon hazırlıklarımdan daha bir gergin ve o gerginliğimi yumuşatmaya çalışıyorum. Astronomi yapalım dedik. Astrolojiyle astronominin karışıklığı da söz konusu olduğu için biz astronomi yapalım diye düşündük. “Astrowinter” taktık koleksiyonun adını, öyle görünüyor şu anda. Ve Türkiye Astronomi Derneği’nden danışmanlık alıyoruz. Onlar anlattıkça bir yönüm tasarıma nereden etki vurur diye bakıyor, ki o yönümden çok hoşlanmıyorum. Öbür yönümden de duruş, inanç, falan, filan doğrultusundaki insanlar bu muazzam matematiği anlattığında da çok büyük başka duygular yaşıyorum. Şimdi ben şimdiden söyleyeyim, ben ne yapsam beğenmeme ihtimalim yüksek. Dolayısıyla çok heyecanlıyım. Tatil yapıyorum, Yunanistan’a gidiyorum, Kartepe’ye gidiyorum, oraya gidiyorum, buraya gidiyorum. Gitme sebebim sırf hani kafamı birazcık toparlamak, böyle bir dönem atlatıyorum. Ben de öğrenciyim şimdi, heyecan ötesi heyecanlıyım. Bilmiyorum ne çıkacağını.
BuModa: Son koleksiyonda kare ve merdiven deseni ön plandaydı…
Nedeni kulisler. Evet ağaç her yerde var, ağaçlar söz konusu, ağaçlar Gezi olaylarından önce de söz konusuydu her yerde. Sonraki beyni başka şeylere işleyen gruptan bahsetmiyorum, terzi adamım, ben gittim oraya, terzi beynimle gittim. Ama bu terzi beynimle ne kadar büyük lezzetler gördüm. Ben oraya gittim, namaz kılan adam olarak gittim. Ben secde ettiğim zaman insanların nezaketini gördüm. Ben orada çok güzel bir şey gördüm. Ama ben onu görürken o gördüğümüzün bozulacağını da biliyordum. Keşke böyle olmasaydı, daha hızlı hareket etseydi bazı şeyler diye baktım. Ve oradayken kulisler. Kareler kulis. İnançlar, siyasetler, onlar, bunlar. Para kulisleri. Ağacın köküne yaşam, yaşamak olarak baktım, yukarıda ise bir sürü riya kulisleri diye baktım. Sonra da merdivenleri ve yazıları kullandım, finali de dediğim gibi eşarbı koymayı uygun gördüm. Orada bakın çok önemli bir şey var. “Yasak ne ayol” kemeri ile çıktım önce. Bu kemer ile çıkarken ben biliyorsunuz eşcinselliğine tövbe etmiş bir adamım. Benim tövbe etme referansım neresi? Yine Kur’an-ı Kerim. Kur’an-ı Kerim’in yasak dediği bir şeyde benim oraya “yasak ne ayol” yazısıyla çıkmam çok önemli bir şey.
BuModa: Erkekler için de tasarımlar yaptınız…
4 parça yaptım, biri zaten mizahiydi. Erkek yapabiliyorum, erkek yapmayı seviyorum, ufak ufak erkek dokunuşları verebilirim. Bu da şu an bir erkek lineı hazırlığı içerisindeyiz sinyali olmasın. Bir yandan erkek hizmeti de veriyorum, çünkü benim erkek müşterilerim de var. Niçin olmasın dedim, şimdi yine bir erkek kullanmayı düşünebilirim, arada gidip geliyorum. Kararsızım.
BuModa: Metalik tasarımlarınız dikkat çekiciydi.
Orada da kare ve dikdörtgenler devam ediyordu. Orada da yansıma veriyor, bu tür olaylarda farklı farklı yaşam biçimlerinizde olduğunuz halde böyle bir şeyde güzel ruhlar orada birbirine yansımaya başlar.
BuModa: Çanta tasarımlarınız da vardı. Onların Red Beard markası altında satışı düşünülüyor mu?
Hiç bilmiyorum onu. Biz bu arada biliyorsunuz Red Line diye her sene yapmak üzere hem Sevgililer Günü’ne hem de yeni yıl adına 8 parçalık koleksiyon hazırlamaya karar verdik. Red Line koleksiyonumuzun bu sene Bennu Gerede ve Arzu Yanardağ ile sunumunu yaptık. Önümüzdeki sene yine o kırmızılar olacak ve yine böyle bir kırmızı tuş basacağız.
BuModa: Peki son koleksiyonunuzla verdiğiniz mesajların ulaşması gereken yere ulaştığını düşünüyor musunuz?
Ben kendi adıma çok mutlu yaşadım ondan sonra. Ulaşan yerlere de ulaştığını düşünüyorum çünkü doğru noktalardan bazı telefonlar aldım. Ve ardından hemen o gün ve ertesi gün olmak üzere telefonlarımız durmadı, röportajla ilgili, dini gazeteler, dini olmayan gazeteler, her yerden teklif geldi, biz bir tek Cüneyt Özdemir 5N1K’ya katıldık çünkü orada kısa ve öz açıklama yapma ihtiyacı doğdu çünkü sağda solda Rabia işareti yaptığım söylendi. Öyle bir Rabia işaretim yok. Orada canlı yayında muhabbeti verdim, hedef ve amacımı söyledim. Ve bu konuyu da kapamak istedim. Ama biliyorsunuz sosyal medyada herkes bir tarafa yönlendiriyor.
BuModa: Önceki bir röportajınızda ilk defa AKP’ye oy verdim demiştiniz…
Politik gibi görünsem de apolitiğim. AKP’ye verdim oy evet, ilk verdiğim oydu. Şimdi ise düşünme kararındayım her insanda olduğu gibi, kime oy veririm bilmiyorum.
BuModa: Muhafazakar kesimdeki müşteri kitlenizi etkiledi mi bu koleksiyonunuz? Yanlış anlaşılmalar da olmuştur.
Bazılarını inanılmaz etkilediğini düşünüyorum. Ve bu etkilenmeden inanılmaz sevindiğimi bilmelerini isterim. Çünkü benim aşk yolculuğum içinde Müslümanlar da var, Hristiyanlar da. Ama böyle bir şeyi ben kabul etmiyorum, vicdani, insani hareketimdir bu. Dünyada gaz bombaları atılmasın, savaşlar olmasın. Bunu istemek kötü bir şey değil. Bu bir nikah da değil aramızda.
BuModa: Katıldığınız bir programda başı açık kadınlarda kapanamamamın ezikliği olabilir demiştiniz.
Şimdi televizyon programlarında başka bir enerji var tabi. Orada kafası açık bütün kadınları söylemedim. Çünkü o kafası açık kadınlardan zaten benim ailemde bir sürü var. Ama kafası açık bir kadın kafası kapalı bir kadınla sürekli uğraşma ihtiyacı duyuyorsa onda bir sorun var elbet. Ya kapanma gibi bir ezikliği var ya başka bir ezikliği var. Kapalı bir kadın da açık bir kadınla uğraşıyorsa aynı eziklik onda da var. Açık olanın da ezilmesini duyuyorum. Kapalı olanın da ezilmesini duyuyorum.
BuModa: Red Beard hakkındaki düşünceleriniz nedir? Markanızın son durumu nedir?
Markanın son durumu hakkında Burçin İnan Özel cevap veriyor: Şu anda N11.com üzerinden satılıyor. Markamız doğa dostu, ve franchise vermeyi düşünüyoruz. Red Beard’ın bir alt lineı da düşünülüyor. Daha ileri zamanlarda demi-couture gibi linelar da olması düşünülüyor. Kısaca özetlemek gerekirse, Red Beard çevre dostu ve yapılanması süren bir marka.
Tanju Babacan: Red Beard markasını seviyorum, sakalımı da seviyorum kırmızı ama bu nereye kadar böyle devam eder? Hani bugün kuaförümü eziyorum, diyorum ki ben senden memnun değilim diyorum. Şunun bir hapını bulup yutup sonra kırmızı sakallı olmak isterim. Bir kere arada sakalımı siyaha boyadım. Yüzünüzde sürekli bir renge alışınca çok zor oluyor. Ama Red Beard markalaşma serüvenimde önemli bir karar noktası oldu. Yani böyle bir matematik yapmadan yapmıştım bunu. Ama şimdi yuvarlak toplar çizsem size, yuvarlak topların bir tanesine bir bıyık yapsam, şöyle pala bir bıyık, hangi modacı dersem Cemil İpekçi dersiniz. Bir tanesini simsiyah boyayıp üzerine gözlük koyarsam kim dersem Neslihan Yargıcı dersiniz. Bir tanesine bir saç takıp tepeden bağlarsam Hakan Yıldırım dersiniz. Bir tanesine kırmızı bir sakal koyarsam Tanju Babacan dersiniz. Yani bazı modacıların artık simaları biraz Gülriz Sururi misali diyelim. Gülriz Sururi’yi, o koca gözleri ve şurasındaki minik saç buklesiyle biliriz. Yani böyle bir şey oldu. Bu beni sevindiriyor çünkü bazı başka mesleklerdeki insanların yaklaşımları güzel. Serdar Erener’in de logomuzla ilgili bize övgü dolu lafları, dünya normlarında bir logomuzun olduğunu söyleyişi, reklam sektöründeki böyle büyük bir mührün bizi daha da emin kıldığı hareketlerimizdi. Böyle bir işin ağır çetrefilli bölümünün mutfağından gelip, pret-e-porter’ye, halkın giyeceği bir çizgiye geçiş dönemi de benim mesleğimdeki en heyecan aldığım bölümlerden biridir. Sokakta bir parçamı görmek beni sevindiriyor.
BuModa: Ama marka konumlaması olarak yine de Tanju Babacan’ın hazır giyimi şeklinde oluyor. Aslında çoğunlukla yine kendi müşteri kitleniz alıyor.
Şimdi şöyle diyelim. Bir kere segment olarak tabi ki belli bir dikiş kalitesi ve kumaş kalitesi gözettiğimiz takdirde, maliyetini siz çok aşağılarda tutamıyorsunuz. Ama İşte bilmem kaç tane ayakkabım olmak yerine bir tane ama bu marka ayakkabım olsun diye düşünüyoruz gençken. Kendimden örnek vereyim. Benim henüz ailemden hiç kimse bir modacıda kendisine bir tuvalet yaptırmış bir aile yapısı değil. Ama şimdi internet yolculuğuyla ve internet satış noktalarıyla beraber en azından ufak bir parçanın bir ulaşılabilirliği var.
“BENİM ARTIK MODANIN NABZINA İHTİYACIM YOK, MODANIN NABIZLARINDAN BİRİYİM…”
BuModa: Şu ana kadar yaptığınız tasarımlar arasında sizin için yeri ayrı olan bir tasarımınız var mı?
Çok parçalar var. Siz gelmeden önce çok güldük. İçeridekilerden bir tanesi benim çocukluk arkadaşım. Bir gazete bana bir röportajda “İlk diktiğiniz gelinliği hatırlıyor musunuz?” dedi. “Haa hatırlıyorum” dedim. “Bir salak arkadaşım var” dedim. Bana nasıl emanet etti? Ben o zaman kursa gidiyorum ve gelinlik melinlik hiçbir şey anladığım yok. “İlla gelinliğimi sen dikeceksin” dedi. Bir gelinlik diktim. Tam göğüs altından kabarıyor, iğrenç bir gelinlik. Şimdi bunun latifesini yapıyorduk. O tabi ki ilk yapmış olduğum sorumluluklardan biriydi. Ama onun dışında çok beğendiğim, keyif aldığım elbiseler yaptım. Mesela Hande Ataizi’ne yaptığım bir elbise beni çok mutlu etmişti, çok beğendiğim bir elbiseydi. Ara sıra bazı Bülent Ersoy vuruşlarım güzeldir. Biz Gülben Ergen’e bir omuzluk yaptık. O omuzluktan sonra ülke ve ülke dışından bir sürü omuzluk talepleri almaya başladık. Sonra sahtelerini görmeye başladım.
BuModa: Son olarak, showroomunuz Nişantaşı’ndaydı ve Nişantaşı modanın kalbi olarak kabul ediliyor daha çok insan tarafından. Siz ise Levent’e taşıdınız showroomunuzu. Taşınma nedeniniz nedir?
Birinci taşınma nedenim, babamı kaybettim dört yıl önce. Anneme hemen bir ev bulmalıydık Nişantaşı’nda. Orada sık sık görebilmeliydim ama ben işteyken görme şansım yok. Bunun üzerine dedik ki “Acaba bahçe içerisinde bir ev tutsak ve ben annemle beraber yukarıda yaşasam olur mu?” Herkes “Aa olur” dedi. Sonra işte Bülent Hanım’a Gülben Ergen’e birkaç kişiye sordum. Başka müşterilerime sordum. Onlar “Aa Levent bizim için daha da bal olur” dediler. Şimdi herhangi bir şey olsa anneme hemen yetişebilme uzaklığındayım. İkincisi, Annem 83 yaşında. Annemle ne kadar daha yaşayacağım? Ve homeoffice olarak başlayacak genç tasarımcı arkadaşlara buradan bir şey söylemek istiyorum. İşin en lüks bölümü yine homeoffice, haberleri olsun. Mesela sabah altıda canım sıkılıp aşağı inip atölyede bir şeyler yapabiliyorum. Bundan sonraki hayatımda galiba bu lüksü kolay kolay bırakacağımı düşünmüyorum. Bir de ben çok arkadaş gezmecisiyimdir hani. Ben her yastıkta yatabilirim. Her arkadaşımda kalabilirim. Herkeste de duş yapabilirim. Böyle gezmeyi seven bir yapım var. Ve Levent oldu. Benim artık modanın nabzına ihtiyacım yok, modanın nabızlarından biriyim çok şükür. Çünkü bizim çizgi ve dikişimizi takdir eden insanlar zaten biz nerede olursak olalım çok çok uzaklara gitmediğimiz sürece nereye gitsek geleceklerdir. Levent’te de çok seçkin, modayı böyle her türlü bilen, sırtlarına modayı yıllarca giymiş ve giymekte olan seçkin komşular grubu içerisinde yaşıyorum. Ayrıca çok kastığı zaman inanın metroya biniyorum pırt diye Osmanbey’de iniyorum.
Bu güzel röportaj için Tanju Babacan ve Burçin İnan Özel’e teşekkürler…
Showrooma girdiğimizde Tanju Babacan’ı akordeon çalarken buluyoruz. Kısa ama şahane bir dinleti sonrası röportajımıza geçiyor, Tanju Babacan’ın moda tasarımcısı olma hikayesini kendi ağzından dinliyoruz:
Almanya’dan Türkiye’ye göç ettiğimiz zamandı. Sürekli elbiseler çizerdim ve Allah bana çok lüks bir şey yaşattı, tam akranım bir kuzen verdi bana. Bir kızın üzerine sürekli bir şeyler uygulayabiliyordum ve bir şeyler çizip hangisinin güzel durduğuna bakma durumundaydım. Mesela o çizimlerim bile yok ortada. Şimdi çocuğunuzun doğarkenki hali, beslenirkenki hali, her şeyinin videosu olması ne kadar büyük bir lüks. Velhasıl, liseye kadar varan dönemde, doğadan, ondan bundan faydalanarak beni fark ediyorlardı. Lisede öğretmenimiz bir ders verdi bize, vitrin dersi yapacağımızı söyledi. Daha hala uyanmış değildim, kimse uyanmış değildi. Ben de uyanamıyordum, bir hayal gücüm var ama. O yıllarda annem babam dönünce bir yüncü dükkanları oldu, manifaturacı diyelim. Aslında baktığınızda güzel bir yerdeyim, mesleğimle ilgili bir yerdeyim; renklerin içindeyim, düğmelerin içindeyim. Eski Alman kataloglarını dekupe ederek, altlarına bir şeyler yapıştırarak ne kadar kumaş bulursam onları kullanarak üç boyutlu bir vitrin resmi yaptım ve öğretmenim bana ilk sıcak kelimeyi söyledi, “Sen stilist olmalısın.” dedi. Stilist parlak bir kelime ama stilistin ne demek olduğunu bilmiyordum. Çünkü bu ülkenin büyük bir kesimi stilistin ne demek olduğunu bilmiyordu.
“PARAM OLMADIĞI İÇİN İLK ÖDÜLÜMÜ ALMAYA OTOSTOP ÇEKEREK GİTTİM”
Sonra benim için hemen okul bitti, burası şimdi üzücü olan bölümü. Çünkü üniversitelerde tasarım bölümü yoktu. Velhasıl o dönemin en iyi kursunu araştırdık. O dönemin en iyi kursuna gittim, çizimlerimi gösterdiğim an beni kabul ettiler, Mediha Ener’dir bu, dönemin önemli bir etiketidir ve modelistliğe de gitmek zorunda olduğumu anlattılar bana. Düşünsenize, keyifsiz yani sadece çizecektim her şeyi, şu an bu konuda eğitim gören insanların yanlış yaptıkları gibi. Mezun olana kadar orada tüm performanslarımı gösterdim, yapılabilecek her şeyi yaptım. Sonra Türkiye Giyim ve Sanayiciler Derneği’nin yarışmasına katıldım. Karmada 12, erkeklerde 1. Olarak Vitali Hakko’nun elinden ödülümü aldım. Fakat Vitali Hakko’dan ödülümü almaya giderken, otostopla gitmek zorunda kaldım çünkü yol param yoktu. Hatta gittiğim kursu dahi yarım bırakmak zorunda kaldım. İki hafta sonra kursun müdürünün, eve geldiğimde evde oturduğunu gördüm. Anneme şöyle bir şey diyordu: “Kevser hanım biz bütün öğrencilere gitmiyoruz. Bu kadar isteyen birinin gelmemesinde bir sorun olacağını düşündük.” Annemlerin o küçük dükkanları da kapanmıştı, yani artık okula gitme şansım yoktu. Bu kurs bana sponsor oldu ama yol parama sponsor olmadı. O yüzden ömrüm otostopla geçti zaten, o da zevkli bir bölümüydü. Velhasıl ödülümü aldım, kısa bir süre sonra gazete ilanıyla bir iş buldum kendime. Bu iş anında kavga ettim. Okulda bana üstün diyorlardı ama ben zaten sınav sonu finalime “tanıdığınız ünlü modacılar” arasına kendi adımı da yazmıştım. Bana zaten Türkiye’nin ünlü bir modacısından, ona asistanlık yapmam adına, staj yapmam adına teklif geldiği zaman okulun etekleri zil çaldığında ben kabul etmediğimi söyledim, ben onun zaten meslektaşı olacaktım. Bizim zamanımızda öyle stajyer durumları falan yoktu. “Ben gidip onun altında çırak olmam.” dedim. Bunun üzerine İzzet Çapa fark etti, Gürnar Çapa da aynı şekilde ve orada çalışmaya başladım. Zamanla müşterilerle tam oldum zannediyordum ki ben kendime dükkan açtım. Müşteriler onlarındı, ben içeride çalışan herhangi bir piyondum. Sonra tekrar girdim. Modacılık serüvenim böyle başladı ve buraya kadar geldi ama geldiği yer daha doğum günüm değil. İnşallah ölüm günümde takdir ederler nereye geldiğimi diye düşünüyorum.
BuModa: Peki tasarım süreciniz nasıl ilerliyor?
Bir defile yaptığınız zaman bir konu belirlersiniz. O konudaki bütün akorları doğru basabiliyor musunuz? Bir kere rengi doğru veriyor musunuz? Oturan bütün kitleye en azından ikişer kıyafetiniz için “Ben bu elbiseyi giyebilirim” dedirtebiliyor musunuz? Bunun üzerindeki konuyu, baskınızla ya da kumaş seçiminizle veya falanla filanla konunun altını sağlamlaştırabiliyor musunuz? Konudaki detayları seçerken bütün bu organizasyona katılacak markaların da üzerine çıkabiliyor musunuz?
“SENİN DAYILIĞIN YUMURTAYA SÖKMEZ”
“Ben Buraya Çıplak Geldim” koleksiyonuma dönüyorum, yani Nil Karaibrahimgil var, o var, bu var, her şey var, Yaradan’ın yarattığı bir şey var. Ben ne demiştim; pırlantalı olsun tavan, düz tavan olsun, fukara ol, zengin ol, bu yumurtayı tak tak kırdın mı “şak” diye herkeste aynı patlar kardeşim. Senin dayılığın yumurtaya sökmez. Ardından ben geçen seneki koleksiyonumda dünya genelindeki pozitif mizahi başkaldırılar, siyasete bazıdan bazıya kadar varan çarpmalar ve Türkiye’de yaşadığımız için Türkiye’deki olaylar. Orada da bir ayrımcılık gördüm. İşte ne yaptık, Nilgün Öztürk hanımefendi ile desenleri beraber çalıştım, bir ressam tercih ettim. İşte ormanı, ağacı yaptık, biraz merdivenimsi hatlar olsun dedik. Ardından nereye bağladık, bazı slogansal yazıları da görüyorsunuz, her şeyi verdik. Ama finali yoktu. Krem şantisini koymadık. Ben bu ülkede namaz kılmadığım yıllardan namaz kıldığım yıllara kadar nüfus kağıdında İslam yazan, İslam’ın da referansının direkt Kur’an-ı Kerim olduğu bir ülkede baş kapanmanın sorun halinde oluşunun şaşkınlığındayım. Çünkü aramızda hangi cins, hangi ırk farklı, şu an oturuyoruz hep beraber. Hepimiz saygıda üç düğme varsa dört düğmeliyiz. Finalde arada bir tesettür kıyafet yaparak benden nemalanan veya medet uman bazı –gerçekten İslam olanlara saygı duyuyorum- bazı yavşaklara karşı bir tane tesettürlü kız çıkarıp da arada “Ben size de bunu yaparım, buradan da para kazanırız” diye bir harekete tenezzül bile etmedim. Bir eşarp kullanılacaksa finalinde yasak buydu diye bağlarım ama o kadar enteresan ki, bir bölümü “aa acaba niye yaptı”, bir bölümü “aa başörtüsüne ters mi geldi”. Size yazıklar olsun.
YENİ KOLEKSİYON: ASTROWINTER
Şimdiki koleksiyonda büyük bir doğum dönemimdeyim, yani sanki daha önceki koleksiyon hazırlıklarımdan daha bir gergin ve o gerginliğimi yumuşatmaya çalışıyorum. Astronomi yapalım dedik. Astrolojiyle astronominin karışıklığı da söz konusu olduğu için biz astronomi yapalım diye düşündük. “Astrowinter” taktık koleksiyonun adını, öyle görünüyor şu anda. Ve Türkiye Astronomi Derneği’nden danışmanlık alıyoruz. Onlar anlattıkça bir yönüm tasarıma nereden etki vurur diye bakıyor, ki o yönümden çok hoşlanmıyorum. Öbür yönümden de duruş, inanç, falan, filan doğrultusundaki insanlar bu muazzam matematiği anlattığında da çok büyük başka duygular yaşıyorum. Şimdi ben şimdiden söyleyeyim, ben ne yapsam beğenmeme ihtimalim yüksek. Dolayısıyla çok heyecanlıyım. Tatil yapıyorum, Yunanistan’a gidiyorum, Kartepe’ye gidiyorum, oraya gidiyorum, buraya gidiyorum. Gitme sebebim sırf hani kafamı birazcık toparlamak, böyle bir dönem atlatıyorum. Ben de öğrenciyim şimdi, heyecan ötesi heyecanlıyım. Bilmiyorum ne çıkacağını.
BuModa: Son koleksiyonda kare ve merdiven deseni ön plandaydı…
Nedeni kulisler. Evet ağaç her yerde var, ağaçlar söz konusu, ağaçlar Gezi olaylarından önce de söz konusuydu her yerde. Sonraki beyni başka şeylere işleyen gruptan bahsetmiyorum, terzi adamım, ben gittim oraya, terzi beynimle gittim. Ama bu terzi beynimle ne kadar büyük lezzetler gördüm. Ben oraya gittim, namaz kılan adam olarak gittim. Ben secde ettiğim zaman insanların nezaketini gördüm. Ben orada çok güzel bir şey gördüm. Ama ben onu görürken o gördüğümüzün bozulacağını da biliyordum. Keşke böyle olmasaydı, daha hızlı hareket etseydi bazı şeyler diye baktım. Ve oradayken kulisler. Kareler kulis. İnançlar, siyasetler, onlar, bunlar. Para kulisleri. Ağacın köküne yaşam, yaşamak olarak baktım, yukarıda ise bir sürü riya kulisleri diye baktım. Sonra da merdivenleri ve yazıları kullandım, finali de dediğim gibi eşarbı koymayı uygun gördüm. Orada bakın çok önemli bir şey var. “Yasak ne ayol” kemeri ile çıktım önce. Bu kemer ile çıkarken ben biliyorsunuz eşcinselliğine tövbe etmiş bir adamım. Benim tövbe etme referansım neresi? Yine Kur’an-ı Kerim. Kur’an-ı Kerim’in yasak dediği bir şeyde benim oraya “yasak ne ayol” yazısıyla çıkmam çok önemli bir şey.
“AYOL ZATEN EŞCİNSEL KELİMESİ DEĞİLDİR Kİ”
Ben eşarbı çıkarmadan evvel, oradaki birçok “eşcinsel” de, veya orada tanıdığım insanlar da böyle bir şey yazıp çıkmayacağımı biliyorlar. Bir, kardeşim sen bu ülkede olup, bütün sloganları görüp, yasak ne ayol diyip de, bilabedel standlarda karınlarımızı doyuran eşcinsel kardeşlerimi ayrı tutamazsın. İki, ben 38 sene zaten bu kulvarda koşmuş bir adamım. Nereden çıktığını bileceksin. Nasıl bir deprem, kaos, mutluluk, ıvır, zıvır, ne dersen, o an ben de onu mutlu yaşıyordum. Şu an ben onu mutlu yaşamadığım için orada mutlu yaşayana saygı gösteriyorum ama benim mutluluk anlayışım bu değil. Bir ileri kademeye de gittiğin zaman, ayol zaten eşcinsel kelimesi değildir ki. Ayol iki kadının kahve arasında “ay n’apıcaksın ayol” dediği muhabbettir. Türk filmlerinden beri gelen bir hadisedir, dön orada en finalinde, erkek eşarp takar mı? Takmaz. Kafamdaki eşarpı çıkarıyorum, yasak ne ayol. Onu da öyle bitirdik. Ben memnunum. Şimdikine hazırlanıyorum.
BuModa: Erkekler için de tasarımlar yaptınız…
4 parça yaptım, biri zaten mizahiydi. Erkek yapabiliyorum, erkek yapmayı seviyorum, ufak ufak erkek dokunuşları verebilirim. Bu da şu an bir erkek lineı hazırlığı içerisindeyiz sinyali olmasın. Bir yandan erkek hizmeti de veriyorum, çünkü benim erkek müşterilerim de var. Niçin olmasın dedim, şimdi yine bir erkek kullanmayı düşünebilirim, arada gidip geliyorum. Kararsızım.
BuModa: Metalik tasarımlarınız dikkat çekiciydi.
Orada da kare ve dikdörtgenler devam ediyordu. Orada da yansıma veriyor, bu tür olaylarda farklı farklı yaşam biçimlerinizde olduğunuz halde böyle bir şeyde güzel ruhlar orada birbirine yansımaya başlar.
BuModa: Çanta tasarımlarınız da vardı. Onların Red Beard markası altında satışı düşünülüyor mu?
Hiç bilmiyorum onu. Biz bu arada biliyorsunuz Red Line diye her sene yapmak üzere hem Sevgililer Günü’ne hem de yeni yıl adına 8 parçalık koleksiyon hazırlamaya karar verdik. Red Line koleksiyonumuzun bu sene Bennu Gerede ve Arzu Yanardağ ile sunumunu yaptık. Önümüzdeki sene yine o kırmızılar olacak ve yine böyle bir kırmızı tuş basacağız.
BuModa: Peki son koleksiyonunuzla verdiğiniz mesajların ulaşması gereken yere ulaştığını düşünüyor musunuz?
Ben kendi adıma çok mutlu yaşadım ondan sonra. Ulaşan yerlere de ulaştığını düşünüyorum çünkü doğru noktalardan bazı telefonlar aldım. Ve ardından hemen o gün ve ertesi gün olmak üzere telefonlarımız durmadı, röportajla ilgili, dini gazeteler, dini olmayan gazeteler, her yerden teklif geldi, biz bir tek Cüneyt Özdemir 5N1K’ya katıldık çünkü orada kısa ve öz açıklama yapma ihtiyacı doğdu çünkü sağda solda Rabia işareti yaptığım söylendi. Öyle bir Rabia işaretim yok. Orada canlı yayında muhabbeti verdim, hedef ve amacımı söyledim. Ve bu konuyu da kapamak istedim. Ama biliyorsunuz sosyal medyada herkes bir tarafa yönlendiriyor.
BuModa: Önceki bir röportajınızda ilk defa AKP’ye oy verdim demiştiniz…
Politik gibi görünsem de apolitiğim. AKP’ye verdim oy evet, ilk verdiğim oydu. Şimdi ise düşünme kararındayım her insanda olduğu gibi, kime oy veririm bilmiyorum.
BuModa: Muhafazakar kesimdeki müşteri kitlenizi etkiledi mi bu koleksiyonunuz? Yanlış anlaşılmalar da olmuştur.
Bazılarını inanılmaz etkilediğini düşünüyorum. Ve bu etkilenmeden inanılmaz sevindiğimi bilmelerini isterim. Çünkü benim aşk yolculuğum içinde Müslümanlar da var, Hristiyanlar da. Ama böyle bir şeyi ben kabul etmiyorum, vicdani, insani hareketimdir bu. Dünyada gaz bombaları atılmasın, savaşlar olmasın. Bunu istemek kötü bir şey değil. Bu bir nikah da değil aramızda.
BuModa: Katıldığınız bir programda başı açık kadınlarda kapanamamamın ezikliği olabilir demiştiniz.
Şimdi televizyon programlarında başka bir enerji var tabi. Orada kafası açık bütün kadınları söylemedim. Çünkü o kafası açık kadınlardan zaten benim ailemde bir sürü var. Ama kafası açık bir kadın kafası kapalı bir kadınla sürekli uğraşma ihtiyacı duyuyorsa onda bir sorun var elbet. Ya kapanma gibi bir ezikliği var ya başka bir ezikliği var. Kapalı bir kadın da açık bir kadınla uğraşıyorsa aynı eziklik onda da var. Açık olanın da ezilmesini duyuyorum. Kapalı olanın da ezilmesini duyuyorum.
BuModa: Red Beard hakkındaki düşünceleriniz nedir? Markanızın son durumu nedir?
Markanın son durumu hakkında Burçin İnan Özel cevap veriyor: Şu anda N11.com üzerinden satılıyor. Markamız doğa dostu, ve franchise vermeyi düşünüyoruz. Red Beard’ın bir alt lineı da düşünülüyor. Daha ileri zamanlarda demi-couture gibi linelar da olması düşünülüyor. Kısaca özetlemek gerekirse, Red Beard çevre dostu ve yapılanması süren bir marka.
Tanju Babacan: Red Beard markasını seviyorum, sakalımı da seviyorum kırmızı ama bu nereye kadar böyle devam eder? Hani bugün kuaförümü eziyorum, diyorum ki ben senden memnun değilim diyorum. Şunun bir hapını bulup yutup sonra kırmızı sakallı olmak isterim. Bir kere arada sakalımı siyaha boyadım. Yüzünüzde sürekli bir renge alışınca çok zor oluyor. Ama Red Beard markalaşma serüvenimde önemli bir karar noktası oldu. Yani böyle bir matematik yapmadan yapmıştım bunu. Ama şimdi yuvarlak toplar çizsem size, yuvarlak topların bir tanesine bir bıyık yapsam, şöyle pala bir bıyık, hangi modacı dersem Cemil İpekçi dersiniz. Bir tanesini simsiyah boyayıp üzerine gözlük koyarsam kim dersem Neslihan Yargıcı dersiniz. Bir tanesine bir saç takıp tepeden bağlarsam Hakan Yıldırım dersiniz. Bir tanesine kırmızı bir sakal koyarsam Tanju Babacan dersiniz. Yani bazı modacıların artık simaları biraz Gülriz Sururi misali diyelim. Gülriz Sururi’yi, o koca gözleri ve şurasındaki minik saç buklesiyle biliriz. Yani böyle bir şey oldu. Bu beni sevindiriyor çünkü bazı başka mesleklerdeki insanların yaklaşımları güzel. Serdar Erener’in de logomuzla ilgili bize övgü dolu lafları, dünya normlarında bir logomuzun olduğunu söyleyişi, reklam sektöründeki böyle büyük bir mührün bizi daha da emin kıldığı hareketlerimizdi. Böyle bir işin ağır çetrefilli bölümünün mutfağından gelip, pret-e-porter’ye, halkın giyeceği bir çizgiye geçiş dönemi de benim mesleğimdeki en heyecan aldığım bölümlerden biridir. Sokakta bir parçamı görmek beni sevindiriyor.
BuModa: Ama marka konumlaması olarak yine de Tanju Babacan’ın hazır giyimi şeklinde oluyor. Aslında çoğunlukla yine kendi müşteri kitleniz alıyor.
Şimdi şöyle diyelim. Bir kere segment olarak tabi ki belli bir dikiş kalitesi ve kumaş kalitesi gözettiğimiz takdirde, maliyetini siz çok aşağılarda tutamıyorsunuz. Ama İşte bilmem kaç tane ayakkabım olmak yerine bir tane ama bu marka ayakkabım olsun diye düşünüyoruz gençken. Kendimden örnek vereyim. Benim henüz ailemden hiç kimse bir modacıda kendisine bir tuvalet yaptırmış bir aile yapısı değil. Ama şimdi internet yolculuğuyla ve internet satış noktalarıyla beraber en azından ufak bir parçanın bir ulaşılabilirliği var.
“BENİM ARTIK MODANIN NABZINA İHTİYACIM YOK, MODANIN NABIZLARINDAN BİRİYİM…”
BuModa: Şu ana kadar yaptığınız tasarımlar arasında sizin için yeri ayrı olan bir tasarımınız var mı?
Çok parçalar var. Siz gelmeden önce çok güldük. İçeridekilerden bir tanesi benim çocukluk arkadaşım. Bir gazete bana bir röportajda “İlk diktiğiniz gelinliği hatırlıyor musunuz?” dedi. “Haa hatırlıyorum” dedim. “Bir salak arkadaşım var” dedim. Bana nasıl emanet etti? Ben o zaman kursa gidiyorum ve gelinlik melinlik hiçbir şey anladığım yok. “İlla gelinliğimi sen dikeceksin” dedi. Bir gelinlik diktim. Tam göğüs altından kabarıyor, iğrenç bir gelinlik. Şimdi bunun latifesini yapıyorduk. O tabi ki ilk yapmış olduğum sorumluluklardan biriydi. Ama onun dışında çok beğendiğim, keyif aldığım elbiseler yaptım. Mesela Hande Ataizi’ne yaptığım bir elbise beni çok mutlu etmişti, çok beğendiğim bir elbiseydi. Ara sıra bazı Bülent Ersoy vuruşlarım güzeldir. Biz Gülben Ergen’e bir omuzluk yaptık. O omuzluktan sonra ülke ve ülke dışından bir sürü omuzluk talepleri almaya başladık. Sonra sahtelerini görmeye başladım.
BuModa: Son olarak, showroomunuz Nişantaşı’ndaydı ve Nişantaşı modanın kalbi olarak kabul ediliyor daha çok insan tarafından. Siz ise Levent’e taşıdınız showroomunuzu. Taşınma nedeniniz nedir?
Birinci taşınma nedenim, babamı kaybettim dört yıl önce. Anneme hemen bir ev bulmalıydık Nişantaşı’nda. Orada sık sık görebilmeliydim ama ben işteyken görme şansım yok. Bunun üzerine dedik ki “Acaba bahçe içerisinde bir ev tutsak ve ben annemle beraber yukarıda yaşasam olur mu?” Herkes “Aa olur” dedi. Sonra işte Bülent Hanım’a Gülben Ergen’e birkaç kişiye sordum. Başka müşterilerime sordum. Onlar “Aa Levent bizim için daha da bal olur” dediler. Şimdi herhangi bir şey olsa anneme hemen yetişebilme uzaklığındayım. İkincisi, Annem 83 yaşında. Annemle ne kadar daha yaşayacağım? Ve homeoffice olarak başlayacak genç tasarımcı arkadaşlara buradan bir şey söylemek istiyorum. İşin en lüks bölümü yine homeoffice, haberleri olsun. Mesela sabah altıda canım sıkılıp aşağı inip atölyede bir şeyler yapabiliyorum. Bundan sonraki hayatımda galiba bu lüksü kolay kolay bırakacağımı düşünmüyorum. Bir de ben çok arkadaş gezmecisiyimdir hani. Ben her yastıkta yatabilirim. Her arkadaşımda kalabilirim. Herkeste de duş yapabilirim. Böyle gezmeyi seven bir yapım var. Ve Levent oldu. Benim artık modanın nabzına ihtiyacım yok, modanın nabızlarından biriyim çok şükür. Çünkü bizim çizgi ve dikişimizi takdir eden insanlar zaten biz nerede olursak olalım çok çok uzaklara gitmediğimiz sürece nereye gitsek geleceklerdir. Levent’te de çok seçkin, modayı böyle her türlü bilen, sırtlarına modayı yıllarca giymiş ve giymekte olan seçkin komşular grubu içerisinde yaşıyorum. Ayrıca çok kastığı zaman inanın metroya biniyorum pırt diye Osmanbey’de iniyorum.
Bu güzel röportaj için Tanju Babacan ve Burçin İnan Özel’e teşekkürler…
Gül Gölge Saygı Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 2 Mart 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı ile moda, hayat, Love My Body markası için yaptığı koleksiyon ve daha birçok şeyden konuştuğumuz bir röportaj gerçekleştirdik. Dilerseniz hemen röportajımıza geçelim.
“TÜRK TASARIMCILARIN KIYAFETLERİNİ DAHA GURURLA TAŞIYORUM”
Sizin hikayenizi kendi ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
İzmirli’yim ben. Üniversiteyi kazanınca İstanbul’a geldim. Bilgi Üniversitesi’nden mezunum. Aslında hedefim yönetmen olmaktı. Çok da hoşuma giderdi, çok ilgimi çekerdi. Fiziksel olarak da kamera önüne uygun olduğum için aslında o yolda ilerlemiş oldum. Ama tabi yaptığınız iş televizyon olunca, arkasını bilmek, kamerayı tanımak, aslında bütün her şeyinizi etkiliyor. Sonra evlendim, iki çocuğum oldu. Şimdi böyle devam ediyor. Bir senedir de Love My Body’e bir kapsül koleksiyon hazırlıyorum. Kış koleksiyonunu yapmıştım, yaz koleksiyonunu yapıyoruz. Köşe yazıyorum.
Love My Body ile işbirliğiniz daha devam edecek mi?
Şu anda edecek, eğer ilerlemek istersek, yine beraber olmak istersek olabilir. Ama daha sonra bakacağız, hayatta hiçbir şey belli olmuyor.
İleride peki kendi markanızı yaratıp kendi tasarımlarınızı yapmayı düşünüyor musunuz?
Aslında bana çok önce, bu işten önce de böyle şeyler soran çok oldu ama çok büyük bir sorumluluk. Yani ben şimdi en keyifli kısmıyla ilgileniyorum, kumaş getiriyorlar, onu beğenmiyorum, öteki kumaşı istiyorum, o kumaşın gelmesi 3 hafta sürüyor. İşte gümrükte takılıyor, bir şey oluyor. Ya da kumaş çok pahalıya geliyor, bu sefer diğer fiyatları etkileyeceği için istediğin şeyi yapamıyorsun ya da çok fazla insan çalışıyor, yani o kısmı biraz bana daha zor geliyor açıkçası ama belli olmaz. Dediğim gibi, şimdi yapmam derim, sonra yaparım. Belli olmaz.
İçinize sindi mi çıkan sonuç?
Evet, evet, çok şükür. Ben zaten çok büyük bir iddiayla da girmedim. Hatta bana böyle bir teklif geldiği zaman “Ben hiç böyle bir şey yapmadım, nasıl tasarımcı olacağım?” dedim, ve “Siz gardırobunuza bu sezon ne katmak istiyorsunuz, onu tarif edeceksiniz. Görsel gösterebilirsiniz, kesim gösterebilirsiniz. Renkleri skaladan seçeriz” dediler. O şekilde ilerledik. Şimdi mesela bu yaz koleksiyonunda daha rahat ilerledim. Artık öğreniyoruz herhalde yavaş yavaş.
Türk tasarımcılara destek verdiğiniz biliniyor. Sizin sayenizde kariyerlerinde büyük adımlar attıklarını söylüyorlar. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
Yani artık bizim ülkemizde her şey o kadar ilerledi ki, herkes kendini geliştiriyor. Alışveriş mesela, yurtdışından yapardık hep, şimdi hiçbir şeye gerek kalmadı, her şey var. Onun gibi bir şey aslında yani. Türk modacılarının da ben zevkine çok güveniyorum. Benim için en önemli şey zaten kalıp ve dikiştir. Çok çok başarılı ve çok temiz işler çıkıyor gerçekten. O yüzden çok zevkle giyiyorum. Bir de Türk birinin yaptığı bir şeyi daha bir gururla taşıyorsun, daha hoş, daha değişik bir şey.
Yine de çok fazla dünyaya açılamadı hala Türk tasarımcılar.
Bunun için aslında Hakan Yıldırım var, Arzu Kaprol var, birkaç tane daha isim var. Bunlardan bazılarında gerçekten o cevher var ama desteğe ihtiyaç var. Çok kolay işler değil bunlar gerçekten. Biz aslında moda açısından ilerlemenin, dünya markası olmanın ülkece ne kadar önemli olduğunu benimser ve farkedersek o zaman belki bir ülke desteği veya sponsor desteği olabilir. O yüzden de biraz ülkenin bilinçlenmesi gerekiyor. Çünkü gerçekten çok parlak isimler var, mesela ADL’de benim çalıştığım Nesrin Top diye bir tasarımcı var, inanılmaz başarılı bir kız, kendi lineını yapıyor o da. Yani gerçekten çok yetenekli insanlar var. Desteklenmeye ihtiyaçları var. “Siz tanınan bir isim olarak ne yapıyorsunuz?” derseniz işte biz giyerek tanıtıyoruz, beğendiğimiz markanın ürünlerini dolabımıza ekliyoruz. Bunu daha bir devlet politikasıyla biraz da güçlendirmek lazım.
En beğendiğiniz Türk tasarımcılar kimler?
Arzu Kaprol’u çok beğeniyorum, Mybestfriends’i çok beğeniyorum. Hakan Yıldırım’ı beğeniyorum. Hepsinden de kıyafet giydim ve hakikaten inanılmaz Arzu Kaprol’un tuvaletleri falan. Mybestfriends’in pantolonları, elbiseleri. Hakikaten çok hoş.
“YAPTIĞIM İŞLERİN HEPSİ BİRBİRİNE DOKUNUYOR”
Peki Mercedes-Benz Fashion Week İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce yeterli seviyeye ulaştı mı? Yurtdışıyla kıyasladığımızda ne gibi değişiklikler yapılabilir daha da gelişmesi için?
Yurtdışında tabi yıllardan beri yapılan bir şey ve artık yani bu işe yön veren insanların yaptığı bir şey. Ama orada da bu ülkeler bunun bilincinde ve buna yeterli desteği veriyorlar. Kurulum anlamında olsun, başka şekillerde olsun. Orada bu olay daha profesyonel ve bilinçli bir şekilde dönüyor. Yani o anlamda biraz daha desteğe ihtiyacı var diye düşünüyorum. Ama her geçen yıl daha iyi olur diye umuyorum. Sonuçta biz de buraya niye gidiyoruz, hem destek olmak için, hem de beğendiğimiz modacıların kıyafetleri görmek için. Bizim elimizden bu geliyor. Ama daha bilinçli olabilir, daha ciddiye alınabilir büyükler tarafından. Daha iyi olacak diye düşünüyorum ama şu anda bile çok başarılılar.
Lokasyon seçimi hakkında sizin görüşünüz nedir? Bu moda haftası Karaköy Antrepo 3’te yapılacak Kuruçeşme Arena öncesinde olduğu gibi.
Ben Tarlabaşı’nda yapıldığı zaman daha bir hoşlanmıştım, daha bir hoşuma gitmişti sanki. Geçen sene Kuruçeşme’deydi, oranın da yeri güzeldi ama bilmiyorum başka problemler mi yaşadılar, nasıl oldu bilmiyorum. İstanbul Modern’deki de güzeldi. Yani yerin çok da önemi yok aslında galiba. Yeter ki gerekli özen verilsin, gerekli geri dönüşler alınsın.
Sizin en çok keyif aldığınız şey hangisi oldu; tasarım yapmak mı, sunuculuk mu, oyunculuk mu, köşe yazarlığı mı?
Aslında bu iş dallarına baktığınız zaman hepsi birbirine dokunuyor. Ben okulda televizyon gazeticiliği dersi de aldım, sanat dersi de aldım, kamera kullanmayı da öğrendim, Türkçe dersi de aldım, yani bu yaptığım her şey aslında sanatla ilgili. Bir yerden birbirini tutuyor. O yüzden hepsini de seviyorum. Yani oyunculuk daha başka bir şey, biraz daha içinde olması lazım. Daha farklı bir dal, onu biraz daha ayrı tutuyorum. Ama benim diğer yaptığım her şey, moda olsun, yazarlık olsun, ya da televizyon olsun gerçekten hepsi konuşmaya, fikirlerini sunmaya ait şeyler. O yüzden hepsini de seviyorum.
Yönetmen olma hayaliniz olduğu biliniyor. Bununla ilgili bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?
Hep düşünüyorum aslında. Hakikaten isterim böyle bir şey deneyimlemek ama o kadar da kolay bir şey değil. Çok kısa film çektik okulda. Birbirimizin filmlerini de çektik, birbirimizin filmlerinde de oynadık. Ama bu onun gibi bir şey değil yani, bu konuda zamanla ve parayla yarışıyorsunuz. Bunlar kolay işler değil. Böyle bir şey yapmak için de diğer şeylerden kanalize olup ona odaklanmak lazım, ben de herhalde şu an onu yapamam ama ileride belli olmaz.
“Kafama uyan bir proje olursa ekranlara dönebilirim” diye açıklamalarınız olmuştu. “Aktüel, konuklu, sohbet havasında” diye bahsetmiştiniz, ama kafanızda net bir şey var mı? Daha açabilir misiniz?
Bir lifestyle programı olabilir diye düşünüyorum. Yine bir sohbet içerikli ve bildiklerini paylaşacağın, yeni şeyler öğreneceğin bir şeyler olabilir. Ya da bir eğlence programı olabilir ama orada da görsel olarak durmak değil de hani bir şeyler konuşmak, 4-5 kişinin olduğu bir açık oturum şeklinde bir program gibi. Aslında benim gerçek işim o ama, şu anda hem bu tasarımcılık, hem köşe yazarlığı var. Köşe yazısı dediğin de bir anda çıkmıyor yani. Çok enteresan bir şey. Düşünüyorsun, ben mesela buraya gelirken “Şunu yazarım, şu olmaz, bu olur” diye sürekli kafamı meşgul eden bir şey. İçime sinen, bunun içinde olmalıyım diyeceğim bir şey olamlı. Oraya gitmek için can atmam lazım, gerçekten içime sinmesi lazım.
“BİZ SADECE KAPAKLARI OKUYAN BİR MİLLETİZ”
Türkiye’de modayı nerede görüyorsunuz? Moda algısı sizce ne seviyede?
Bence insanlar çok bilinçlendi. Yani söylüyoruz, çok fazla internette vakit geçiriyoruz diye ama hakikaten bir faydası oluyor. İnsanların bakış açıları genişliyor. Bunun eğitimle de çok alakası var. Eğitim seviyesi arttıkça da insanlar neyin yanlış, neyin doğru, neyin çirkin, neyin güzel olduğunu farkedibiliyor, tabi ki biraz göreceli olarak. Ben mesela marka tutkunluğunun biraz daha itici olduğunu düşünüyorum. Yani bir kadının Zara bir tişörtle Hermes çanta takması çok cool geliyor veya bir H&M tişört ile bir Chanel çanta takması benim için çok güzel bir görüntü. Ama artık çok başarılı stylingler var, çok başarılı editörler var. Biraz okumayı sevmeyen bir milletiz aslında. En büyük eksikliğimiz bence bu. Biz sadece kapakları okuyoruz, başlıkları okuyoruz. En ufak metni bile okumaktan çekiniyoruz. Böyle bir kesim var, ben bunun için üzülüyorum yani. Hakikaten çünkü, bugün bizden daha ileride olan ülkelerin hepsinde bir okuma alışkanlığı var. İnsanlar otobüste, metroda, durakta, her yerde kitap okuyorlar. Ama bizim ülkemizde bu yok. Bence bu ülke daha eğitimli bir ülke olsaydı, şu anda sadece modada değil, birçok alanda çok daha farklı olabilirdik. O yüzden de her şey okumakla olur diye düşünüyorum. Bakmakla görmek diyoruz ya, ben hayatımı onun üzerine kurarım. Yani bir şeye bakmakla görmek arasında çok büyük fark var. Görmek için de biraz bilgi sahibi olmamız gerekiyor. O yüzden bir dergiyi takip edebilirsin, veya bir yazarı sevmelisin, bir yerde bir cümlesini gördüğün zaman “Aa, bu onun cümlesi, onun yazısı” diyebilmeli, tanıyabilmesin. Veya ikinci bir kitabını bekleyeceği biri olmalı insanın hayatında. İşte bunlar bence insanların vizyonlarını geliştiren şeyler. Moda anlamında baktığım zaman, tabi ki hayat değişiyor. 1 sene önce değil, 2 hafta önce giydiğim bir şeyi de beğenmeyebilirim. Eskiden burgular vardı, şimdi baktığımda “Bu ne ya, inanamıyorum, bir de beğenmişim kendimi” diyorum. Bu değişen bir şey sonuçta, hani hayatın kendisi değişken çünkü. Bu gün beğendiğini yarın beğenmiyorsun.
İnsanlar geçmiş zamanlara göre size sosyal medya ile çok daha kolay ulaşabiliyorlar. Bu konudaki düşünceniz nedir? Twitter hesabınızın kilitli olmasının da nedenini öğrenebilir miyiz?
Twitter hesabımı artık takip edemiyorum, 1000 kişi bekliyor şu an mesela, artık kabul edemiyorum. Ama şu yüzden bekletiyorum; 11 bin kişide hiçbir problem yok, fakat bu yumurta kafalar tuhaf tuhaf geldi mi ondan rahatsız oldum. Bu sefer de yumurta kafaları silerek devam ettim. Sonra onunla da uğraşamadığım için o kadar, kaldık yani. Senin gibi düşünmek zorunda değil herkes, sevmek zorunda değil ama yumurta kafayla, yanlış bir isimle, fikrini yazarsan ben seni ciddiye almam. İyi de yazsan almam, kötü de yazsan almam. Kendini koy güzelce oraya, aç resmini de. Ben de sana sorayım, cevap vereyim. Mesela kötü niyetli yazılmış yorumları niye siliyorsunuz diyorlar. Ben de silerim, orası benim galerim, benim sayfam. Niye silmeyeyim, kendi zevkin için benim sayfamı kirletmene izin vereyim? Mesela bir başkasıyla ilgili de kötü bir şey olsa silerim. Geçen günlerde ölen Philip Seymour Hoffman’a başsağlığı dilemek için bir fotoğraf paylaştım, “Siz onun neden öldüğünü biliyor musunuz?” da, bilmem nedir. Ne farkeder? Kendini mutlu etmek için bunu yazamazsın. İki üç arkadaşınla bir şey koyuyorsun, oradaki bir tanesini sevmiyor, hadi bakalım yazıyor. Bunu ben niye tutayım ki? Onu o yüzden kapattım, o anda öyle bir esmişti, yumurta kafalardan bir sinir gelmişti. Ama şu anda açabilirim belki.
“HAYAT SİZ PLAN YAPARKEN KARŞINIZA ÇIKAN ŞEYDİR”
Sunuculuğu ünlü olmak için yapmadığınızı, ve davetlere cemiyet hayatında olmak için girmediğinizi söylemişsiniz. Peki Gül Gölge Saygı’nın hayatında her şey gelişigüzel mi ilerler? Hayatı hep akışına mı bırakırsınız?
Aynen öyle. Ben zaten Kanal D’de başladığım zaman tanınıyordum. Türkiye’nin en büyük kanallarından birinde prime timeda program yapıyordum. O zaman şimdiki gibi değil ki. Ben de küçüktüm; ne bir styling var, ne bir şey. Öyle yap, böyle yap. Şunu demek istedim, ben fotoğraflarımı tanınmadan önce tanınmak için çektirmedim. Tuhaf tuhaf kıyafetler, garip garip makyajlar. Korkunç yani. Her şey değişiyor insanın hayatında. Ben çok tanınıyor muydum, onun bile farkında değildim. Okula gidiyordum, akşam programı sunuyordum, ertesi gün yine okula gidiyordum. Hayatım okulda geçiyordu benim. Bir kot bir Converse, öyleydi hayatım. Sosyalleşmedim hiç, çıkayım gezeyim derdim yoktu. O yüzden onları ünlü olmak için değil, zaten ünlüyken çektim. Zaten tanınıyordum. Cemiyet hayatı dediğimiz şey de zaten aslında hani bir yere gidersen sen de cemiyet hayatında oluyorsun. Gitmezsen olmazsın, gidersen olursun. Bu kadar basit. Çok önemsenecek bir şey değil yani. Çalışmıyordum geçen sene, davetlere gidiyorsun, “Bana gelmedin” diyorlar, ona gidiyorsun, öyle öyle geziyorsun, ne oluyor, bu sefer fazla gündeme geliyorsun. Onun dışında herhangi bir şey yok. Şimdi çalışıyorum. İnsan çalışmadığı zaman da hep evde mi oturacak? Ne yapacaksın? Gezeceksin tabi ki, bir şeyler yapacaksın.
Sosyal sorumluluk projelerinizde genel olarak hayvanlar ve hayvan barınakları ile ilgili olan projeler ön planda. Bunun belirli bir nedeni var mı?
Gidemesem de bu tarz etkinliklere hep biletimi alıyorum, çünkü iyi bir yere gittiğini biliyorum, güvendiğim kuruluşlar oluyor. O yüzden aslında insan, hayvan diye ayırmıyorum. Belli bir nedeni yok. Geçtiğimiz sezon Bolluca Hayvan Barınağı için tişörtler yapmıştım, bu sezon ise Koruncuk Vakfı için olacak. İnanılmaz da talep oldu. Ayrıca tişört olması da iyi oldu, hani para yardımı olunca insanları korkutuyor bir yandan ama tişört olunca aynı zamanda giyilebilecek bir şey olması güzel oldu. 25-30 tane kulübe yaptık ki o kulübeler dünyanın parası. O yüzden de elimden ne geliyorsa yapıyorum şahsi olarak, ki ben Love My Body ile anlaşmak için otururken dedim benim bir şartım var, bir yardım kuruluşuna, bir yere bir şey yapacağım. Çok büyük bütçelerle yardımcı olanlar da var ama herkesin bütçesi buna müsait olacak diye bir şey yok. Ama elinden gelen, hoşuna giden orada tık diye alıyor, bir faydası dokunuyor. Onun o iç huzuru da yetiyor insanlara.
Gelecek planlarınız var mı? Yoksa gelecek konusunda da plansız mısınız?
Hayat siz plan yaparken karşınıza çıkan şeydir. Hayatta bir saniyenin bile sonrası belli değil aslında. Ben yazın bile plan yapmaya korkuyorum. Allah’ın izniyle, inşallah, diye diye oluyor. Belli değil ne olacağı çünkü, hiçbir şey için belli değil. O yüzden isteklerin, arzularım olur. Çocuklarımın mutlu bir birey olmasını isterim. Bir spor dalında başarılı olsunlar isterim. İyi bir eğitim hayatları olsun isterim. Sağlık, sıhhat isterim. Bunun dışında ben mesela tasarım yapayım gibi düşüncem de yoktu. Yani “Ben bunu yapacağım” demek çok boş. Bunu düşünecek vaktim de yok, çocuklar, aile, çalışma hayatı, bir şekilde oluyor.
Peki eşiniz planlı mı?
Eşim daha planlıdır. Mesela onun 2-3 ay sonrasındaki toplantıları bile kayıtlıdır, tabi iş adamı olduğu için, daha planlıdır. Daha realisttir. Ben de realistim bir taraftan ama, ben daha farklı bakıyorum.
Günlük hayatınız nasıl geçiyor?
Günlük hayatım çocukların okuluyla başlayarak geçiyor. İlk işim kahve içmek, hemen gözümü açar, kahvemi içerim. Dergilerimi okurum. Gazeteleri okurum. Akşam bir bölümünü bitiremediysem kitabımın, onu bitiririm. Sonra spor yaparım veya gün içinde bir toplantım varsa ona giderim, bir sözüm varsa oraya giderim. Sonra çocuklar gelir. Bazen çocuklarla sinema, tiyatroya gideriz. Çocukların okuldan sonra yüzme dersi, basketbol kursu oluyor, öyle geçiyor.
Favori cilt bakım ve makyaj ürünleriniz neler?
Ben aslında bütün ürünlerimi hep dönüşümlü kullanıyorum. Memnun kalsam da cildim ona bağışıklık kazanmasın diye mutlaka bir ara veriyorum, başka bir ürün kullanıyorum, sonra onu tekrar kullanıyorum. Daha çok artık dermokozmetik ürünlere döndük. Onun dışında mesela ben La Mer’i çok beğeniyorum, özellikle göz kremi vazgeçilmezim. Ama ona da kıyamıyorum, korkuyorum cildim alışacak diye. Mutlaka değiştiriyorum. La Roche-Posay’ı beğeniyorum. Dr. Murad’ı beğeniyorum. Bunlar hep elimin altında olan kremler. Makyaj olarak da Chanel, Tom Ford ve M.A.C’in ürünlerini beğeniyorum. Onun dışında, Dolce & Gabbana’nın da ürünü var, Marc Jacobs da çıkardı. Hepsinden birkaç tane deniyorsun. Değişmeyenler dediğim gibi Chanel, Tom Ford ve M.A.C.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı ile moda, hayat, Love My Body markası için yaptığı koleksiyon ve daha birçok şeyden konuştuğumuz bir röportaj gerçekleştirdik. Dilerseniz hemen röportajımıza geçelim.
Sizin hikayenizi kendi ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
İzmirli’yim ben. Üniversiteyi kazanınca İstanbul’a geldim. Bilgi Üniversitesi’nden mezunum. Aslında hedefim yönetmen olmaktı. Çok da hoşuma giderdi, çok ilgimi çekerdi. Fiziksel olarak da kamera önüne uygun olduğum için aslında o yolda ilerlemiş oldum. Ama tabi yaptığınız iş televizyon olunca, arkasını bilmek, kamerayı tanımak, aslında bütün her şeyinizi etkiliyor. Sonra evlendim, iki çocuğum oldu. Şimdi böyle devam ediyor. Bir senedir de Love My Body’e bir kapsül koleksiyon hazırlıyorum. Kış koleksiyonunu yapmıştım, yaz koleksiyonunu yapıyoruz. Köşe yazıyorum.
Love My Body ile işbirliğiniz daha devam edecek mi?
Şu anda edecek, eğer ilerlemek istersek, yine beraber olmak istersek olabilir. Ama daha sonra bakacağız, hayatta hiçbir şey belli olmuyor.
İleride peki kendi markanızı yaratıp kendi tasarımlarınızı yapmayı düşünüyor musunuz?
Aslında bana çok önce, bu işten önce de böyle şeyler soran çok oldu ama çok büyük bir sorumluluk. Yani ben şimdi en keyifli kısmıyla ilgileniyorum, kumaş getiriyorlar, onu beğenmiyorum, öteki kumaşı istiyorum, o kumaşın gelmesi 3 hafta sürüyor. İşte gümrükte takılıyor, bir şey oluyor. Ya da kumaş çok pahalıya geliyor, bu sefer diğer fiyatları etkileyeceği için istediğin şeyi yapamıyorsun ya da çok fazla insan çalışıyor, yani o kısmı biraz bana daha zor geliyor açıkçası ama belli olmaz. Dediğim gibi, şimdi yapmam derim, sonra yaparım. Belli olmaz.
İçinize sindi mi çıkan sonuç?
Evet, evet, çok şükür. Ben zaten çok büyük bir iddiayla da girmedim. Hatta bana böyle bir teklif geldiği zaman “Ben hiç böyle bir şey yapmadım, nasıl tasarımcı olacağım?” dedim, ve “Siz gardırobunuza bu sezon ne katmak istiyorsunuz, onu tarif edeceksiniz. Görsel gösterebilirsiniz, kesim gösterebilirsiniz. Renkleri skaladan seçeriz” dediler. O şekilde ilerledik. Şimdi mesela bu yaz koleksiyonunda daha rahat ilerledim. Artık öğreniyoruz herhalde yavaş yavaş.
Türk tasarımcılara destek verdiğiniz biliniyor. Sizin sayenizde kariyerlerinde büyük adımlar attıklarını söylüyorlar. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
Yani artık bizim ülkemizde her şey o kadar ilerledi ki, herkes kendini geliştiriyor. Alışveriş mesela, yurtdışından yapardık hep, şimdi hiçbir şeye gerek kalmadı, her şey var. Onun gibi bir şey aslında yani. Türk modacılarının da ben zevkine çok güveniyorum. Benim için en önemli şey zaten kalıp ve dikiştir. Çok çok başarılı ve çok temiz işler çıkıyor gerçekten. O yüzden çok zevkle giyiyorum. Bir de Türk birinin yaptığı bir şeyi daha bir gururla taşıyorsun, daha hoş, daha değişik bir şey.
Yine de çok fazla dünyaya açılamadı hala Türk tasarımcılar.
Bunun için aslında Hakan Yıldırım var, Arzu Kaprol var, birkaç tane daha isim var. Bunlardan bazılarında gerçekten o cevher var ama desteğe ihtiyaç var. Çok kolay işler değil bunlar gerçekten. Biz aslında moda açısından ilerlemenin, dünya markası olmanın ülkece ne kadar önemli olduğunu benimser ve farkedersek o zaman belki bir ülke desteği veya sponsor desteği olabilir. O yüzden de biraz ülkenin bilinçlenmesi gerekiyor. Çünkü gerçekten çok parlak isimler var, mesela ADL’de benim çalıştığım Nesrin Top diye bir tasarımcı var, inanılmaz başarılı bir kız, kendi lineını yapıyor o da. Yani gerçekten çok yetenekli insanlar var. Desteklenmeye ihtiyaçları var. “Siz tanınan bir isim olarak ne yapıyorsunuz?” derseniz işte biz giyerek tanıtıyoruz, beğendiğimiz markanın ürünlerini dolabımıza ekliyoruz. Bunu daha bir devlet politikasıyla biraz da güçlendirmek lazım.
En beğendiğiniz Türk tasarımcılar kimler?
Arzu Kaprol’u çok beğeniyorum, Mybestfriends’i çok beğeniyorum. Hakan Yıldırım’ı beğeniyorum. Hepsinden de kıyafet giydim ve hakikaten inanılmaz Arzu Kaprol’un tuvaletleri falan. Mybestfriends’in pantolonları, elbiseleri. Hakikaten çok hoş.
“YAPTIĞIM İŞLERİN HEPSİ BİRBİRİNE DOKUNUYOR”
Peki Mercedes-Benz Fashion Week İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce yeterli seviyeye ulaştı mı? Yurtdışıyla kıyasladığımızda ne gibi değişiklikler yapılabilir daha da gelişmesi için?
Yurtdışında tabi yıllardan beri yapılan bir şey ve artık yani bu işe yön veren insanların yaptığı bir şey. Ama orada da bu ülkeler bunun bilincinde ve buna yeterli desteği veriyorlar. Kurulum anlamında olsun, başka şekillerde olsun. Orada bu olay daha profesyonel ve bilinçli bir şekilde dönüyor. Yani o anlamda biraz daha desteğe ihtiyacı var diye düşünüyorum. Ama her geçen yıl daha iyi olur diye umuyorum. Sonuçta biz de buraya niye gidiyoruz, hem destek olmak için, hem de beğendiğimiz modacıların kıyafetleri görmek için. Bizim elimizden bu geliyor. Ama daha bilinçli olabilir, daha ciddiye alınabilir büyükler tarafından. Daha iyi olacak diye düşünüyorum ama şu anda bile çok başarılılar.
Lokasyon seçimi hakkında sizin görüşünüz nedir? Bu moda haftası Karaköy Antrepo 3’te yapılacak Kuruçeşme Arena öncesinde olduğu gibi.
Ben Tarlabaşı’nda yapıldığı zaman daha bir hoşlanmıştım, daha bir hoşuma gitmişti sanki. Geçen sene Kuruçeşme’deydi, oranın da yeri güzeldi ama bilmiyorum başka problemler mi yaşadılar, nasıl oldu bilmiyorum. İstanbul Modern’deki de güzeldi. Yani yerin çok da önemi yok aslında galiba. Yeter ki gerekli özen verilsin, gerekli geri dönüşler alınsın.
Sizin en çok keyif aldığınız şey hangisi oldu; tasarım yapmak mı, sunuculuk mu, oyunculuk mu, köşe yazarlığı mı?
Aslında bu iş dallarına baktığınız zaman hepsi birbirine dokunuyor. Ben okulda televizyon gazeticiliği dersi de aldım, sanat dersi de aldım, kamera kullanmayı da öğrendim, Türkçe dersi de aldım, yani bu yaptığım her şey aslında sanatla ilgili. Bir yerden birbirini tutuyor. O yüzden hepsini de seviyorum. Yani oyunculuk daha başka bir şey, biraz daha içinde olması lazım. Daha farklı bir dal, onu biraz daha ayrı tutuyorum. Ama benim diğer yaptığım her şey, moda olsun, yazarlık olsun, ya da televizyon olsun gerçekten hepsi konuşmaya, fikirlerini sunmaya ait şeyler. O yüzden hepsini de seviyorum.
Yönetmen olma hayaliniz olduğu biliniyor. Bununla ilgili bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?
Hep düşünüyorum aslında. Hakikaten isterim böyle bir şey deneyimlemek ama o kadar da kolay bir şey değil. Çok kısa film çektik okulda. Birbirimizin filmlerini de çektik, birbirimizin filmlerinde de oynadık. Ama bu onun gibi bir şey değil yani, bu konuda zamanla ve parayla yarışıyorsunuz. Bunlar kolay işler değil. Böyle bir şey yapmak için de diğer şeylerden kanalize olup ona odaklanmak lazım, ben de herhalde şu an onu yapamam ama ileride belli olmaz.
“Kafama uyan bir proje olursa ekranlara dönebilirim” diye açıklamalarınız olmuştu. “Aktüel, konuklu, sohbet havasında” diye bahsetmiştiniz, ama kafanızda net bir şey var mı? Daha açabilir misiniz?
Bir lifestyle programı olabilir diye düşünüyorum. Yine bir sohbet içerikli ve bildiklerini paylaşacağın, yeni şeyler öğreneceğin bir şeyler olabilir. Ya da bir eğlence programı olabilir ama orada da görsel olarak durmak değil de hani bir şeyler konuşmak, 4-5 kişinin olduğu bir açık oturum şeklinde bir program gibi. Aslında benim gerçek işim o ama, şu anda hem bu tasarımcılık, hem köşe yazarlığı var. Köşe yazısı dediğin de bir anda çıkmıyor yani. Çok enteresan bir şey. Düşünüyorsun, ben mesela buraya gelirken “Şunu yazarım, şu olmaz, bu olur” diye sürekli kafamı meşgul eden bir şey. İçime sinen, bunun içinde olmalıyım diyeceğim bir şey olamlı. Oraya gitmek için can atmam lazım, gerçekten içime sinmesi lazım.
“BİZ SADECE KAPAKLARI OKUYAN BİR MİLLETİZ”
Türkiye’de modayı nerede görüyorsunuz? Moda algısı sizce ne seviyede?
Bence insanlar çok bilinçlendi. Yani söylüyoruz, çok fazla internette vakit geçiriyoruz diye ama hakikaten bir faydası oluyor. İnsanların bakış açıları genişliyor. Bunun eğitimle de çok alakası var. Eğitim seviyesi arttıkça da insanlar neyin yanlış, neyin doğru, neyin çirkin, neyin güzel olduğunu farkedibiliyor, tabi ki biraz göreceli olarak. Ben mesela marka tutkunluğunun biraz daha itici olduğunu düşünüyorum. Yani bir kadının Zara bir tişörtle Hermes çanta takması çok cool geliyor veya bir H&M tişört ile bir Chanel çanta takması benim için çok güzel bir görüntü. Ama artık çok başarılı stylingler var, çok başarılı editörler var. Biraz okumayı sevmeyen bir milletiz aslında. En büyük eksikliğimiz bence bu. Biz sadece kapakları okuyoruz, başlıkları okuyoruz. En ufak metni bile okumaktan çekiniyoruz. Böyle bir kesim var, ben bunun için üzülüyorum yani. Hakikaten çünkü, bugün bizden daha ileride olan ülkelerin hepsinde bir okuma alışkanlığı var. İnsanlar otobüste, metroda, durakta, her yerde kitap okuyorlar. Ama bizim ülkemizde bu yok. Bence bu ülke daha eğitimli bir ülke olsaydı, şu anda sadece modada değil, birçok alanda çok daha farklı olabilirdik. O yüzden de her şey okumakla olur diye düşünüyorum. Bakmakla görmek diyoruz ya, ben hayatımı onun üzerine kurarım. Yani bir şeye bakmakla görmek arasında çok büyük fark var. Görmek için de biraz bilgi sahibi olmamız gerekiyor. O yüzden bir dergiyi takip edebilirsin, veya bir yazarı sevmelisin, bir yerde bir cümlesini gördüğün zaman “Aa, bu onun cümlesi, onun yazısı” diyebilmeli, tanıyabilmesin. Veya ikinci bir kitabını bekleyeceği biri olmalı insanın hayatında. İşte bunlar bence insanların vizyonlarını geliştiren şeyler. Moda anlamında baktığım zaman, tabi ki hayat değişiyor. 1 sene önce değil, 2 hafta önce giydiğim bir şeyi de beğenmeyebilirim. Eskiden burgular vardı, şimdi baktığımda “Bu ne ya, inanamıyorum, bir de beğenmişim kendimi” diyorum. Bu değişen bir şey sonuçta, hani hayatın kendisi değişken çünkü. Bu gün beğendiğini yarın beğenmiyorsun.
İnsanlar geçmiş zamanlara göre size sosyal medya ile çok daha kolay ulaşabiliyorlar. Bu konudaki düşünceniz nedir? Twitter hesabınızın kilitli olmasının da nedenini öğrenebilir miyiz?
Twitter hesabımı artık takip edemiyorum, 1000 kişi bekliyor şu an mesela, artık kabul edemiyorum. Ama şu yüzden bekletiyorum; 11 bin kişide hiçbir problem yok, fakat bu yumurta kafalar tuhaf tuhaf geldi mi ondan rahatsız oldum. Bu sefer de yumurta kafaları silerek devam ettim. Sonra onunla da uğraşamadığım için o kadar, kaldık yani. Senin gibi düşünmek zorunda değil herkes, sevmek zorunda değil ama yumurta kafayla, yanlış bir isimle, fikrini yazarsan ben seni ciddiye almam. İyi de yazsan almam, kötü de yazsan almam. Kendini koy güzelce oraya, aç resmini de. Ben de sana sorayım, cevap vereyim. Mesela kötü niyetli yazılmış yorumları niye siliyorsunuz diyorlar. Ben de silerim, orası benim galerim, benim sayfam. Niye silmeyeyim, kendi zevkin için benim sayfamı kirletmene izin vereyim? Mesela bir başkasıyla ilgili de kötü bir şey olsa silerim. Geçen günlerde ölen Philip Seymour Hoffman’a başsağlığı dilemek için bir fotoğraf paylaştım, “Siz onun neden öldüğünü biliyor musunuz?” da, bilmem nedir. Ne farkeder? Kendini mutlu etmek için bunu yazamazsın. İki üç arkadaşınla bir şey koyuyorsun, oradaki bir tanesini sevmiyor, hadi bakalım yazıyor. Bunu ben niye tutayım ki? Onu o yüzden kapattım, o anda öyle bir esmişti, yumurta kafalardan bir sinir gelmişti. Ama şu anda açabilirim belki.
“HAYAT SİZ PLAN YAPARKEN KARŞINIZA ÇIKAN ŞEYDİR”
Sunuculuğu ünlü olmak için yapmadığınızı, ve davetlere cemiyet hayatında olmak için girmediğinizi söylemişsiniz. Peki Gül Gölge Saygı’nın hayatında her şey gelişigüzel mi ilerler? Hayatı hep akışına mı bırakırsınız?
Aynen öyle. Ben zaten Kanal D’de başladığım zaman tanınıyordum. Türkiye’nin en büyük kanallarından birinde prime timeda program yapıyordum. O zaman şimdiki gibi değil ki. Ben de küçüktüm; ne bir styling var, ne bir şey. Öyle yap, böyle yap. Şunu demek istedim, ben fotoğraflarımı tanınmadan önce tanınmak için çektirmedim. Tuhaf tuhaf kıyafetler, garip garip makyajlar. Korkunç yani. Her şey değişiyor insanın hayatında. Ben çok tanınıyor muydum, onun bile farkında değildim. Okula gidiyordum, akşam programı sunuyordum, ertesi gün yine okula gidiyordum. Hayatım okulda geçiyordu benim. Bir kot bir Converse, öyleydi hayatım. Sosyalleşmedim hiç, çıkayım gezeyim derdim yoktu. O yüzden onları ünlü olmak için değil, zaten ünlüyken çektim. Zaten tanınıyordum. Cemiyet hayatı dediğimiz şey de zaten aslında hani bir yere gidersen sen de cemiyet hayatında oluyorsun. Gitmezsen olmazsın, gidersen olursun. Bu kadar basit. Çok önemsenecek bir şey değil yani. Çalışmıyordum geçen sene, davetlere gidiyorsun, “Bana gelmedin” diyorlar, ona gidiyorsun, öyle öyle geziyorsun, ne oluyor, bu sefer fazla gündeme geliyorsun. Onun dışında herhangi bir şey yok. Şimdi çalışıyorum. İnsan çalışmadığı zaman da hep evde mi oturacak? Ne yapacaksın? Gezeceksin tabi ki, bir şeyler yapacaksın.
Sosyal sorumluluk projelerinizde genel olarak hayvanlar ve hayvan barınakları ile ilgili olan projeler ön planda. Bunun belirli bir nedeni var mı?
Gidemesem de bu tarz etkinliklere hep biletimi alıyorum, çünkü iyi bir yere gittiğini biliyorum, güvendiğim kuruluşlar oluyor. O yüzden aslında insan, hayvan diye ayırmıyorum. Belli bir nedeni yok. Geçtiğimiz sezon Bolluca Hayvan Barınağı için tişörtler yapmıştım, bu sezon ise Koruncuk Vakfı için olacak. İnanılmaz da talep oldu. Ayrıca tişört olması da iyi oldu, hani para yardımı olunca insanları korkutuyor bir yandan ama tişört olunca aynı zamanda giyilebilecek bir şey olması güzel oldu. 25-30 tane kulübe yaptık ki o kulübeler dünyanın parası. O yüzden de elimden ne geliyorsa yapıyorum şahsi olarak, ki ben Love My Body ile anlaşmak için otururken dedim benim bir şartım var, bir yardım kuruluşuna, bir yere bir şey yapacağım. Çok büyük bütçelerle yardımcı olanlar da var ama herkesin bütçesi buna müsait olacak diye bir şey yok. Ama elinden gelen, hoşuna giden orada tık diye alıyor, bir faydası dokunuyor. Onun o iç huzuru da yetiyor insanlara.
Gelecek planlarınız var mı? Yoksa gelecek konusunda da plansız mısınız?
Hayat siz plan yaparken karşınıza çıkan şeydir. Hayatta bir saniyenin bile sonrası belli değil aslında. Ben yazın bile plan yapmaya korkuyorum. Allah’ın izniyle, inşallah, diye diye oluyor. Belli değil ne olacağı çünkü, hiçbir şey için belli değil. O yüzden isteklerin, arzularım olur. Çocuklarımın mutlu bir birey olmasını isterim. Bir spor dalında başarılı olsunlar isterim. İyi bir eğitim hayatları olsun isterim. Sağlık, sıhhat isterim. Bunun dışında ben mesela tasarım yapayım gibi düşüncem de yoktu. Yani “Ben bunu yapacağım” demek çok boş. Bunu düşünecek vaktim de yok, çocuklar, aile, çalışma hayatı, bir şekilde oluyor.
Peki eşiniz planlı mı?
Eşim daha planlıdır. Mesela onun 2-3 ay sonrasındaki toplantıları bile kayıtlıdır, tabi iş adamı olduğu için, daha planlıdır. Daha realisttir. Ben de realistim bir taraftan ama, ben daha farklı bakıyorum.
Günlük hayatınız nasıl geçiyor?
Günlük hayatım çocukların okuluyla başlayarak geçiyor. İlk işim kahve içmek, hemen gözümü açar, kahvemi içerim. Dergilerimi okurum. Gazeteleri okurum. Akşam bir bölümünü bitiremediysem kitabımın, onu bitiririm. Sonra spor yaparım veya gün içinde bir toplantım varsa ona giderim, bir sözüm varsa oraya giderim. Sonra çocuklar gelir. Bazen çocuklarla sinema, tiyatroya gideriz. Çocukların okuldan sonra yüzme dersi, basketbol kursu oluyor, öyle geçiyor.
Favori cilt bakım ve makyaj ürünleriniz neler?
Ben aslında bütün ürünlerimi hep dönüşümlü kullanıyorum. Memnun kalsam da cildim ona bağışıklık kazanmasın diye mutlaka bir ara veriyorum, başka bir ürün kullanıyorum, sonra onu tekrar kullanıyorum. Daha çok artık dermokozmetik ürünlere döndük. Onun dışında mesela ben La Mer’i çok beğeniyorum, özellikle göz kremi vazgeçilmezim. Ama ona da kıyamıyorum, korkuyorum cildim alışacak diye. Mutlaka değiştiriyorum. La Roche-Posay’ı beğeniyorum. Dr. Murad’ı beğeniyorum. Bunlar hep elimin altında olan kremler. Makyaj olarak da Chanel, Tom Ford ve M.A.C’in ürünlerini beğeniyorum. Onun dışında, Dolce & Gabbana’nın da ürünü var, Marc Jacobs da çıkardı. Hepsinden birkaç tane deniyorsun. Değişmeyenler dediğim gibi Chanel, Tom Ford ve M.A.C.
Nuri Şekerci Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 29 Mart 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. İlk röportajımız Nuri Şekerci ileydi.
En çok hangi şekilde çalışmayı seviyorsunuz? Ünlülerle mi, markalarla mı yoksa dergilerlerle mi?
Moda çekimlerini daha çok seviyorum. Çünkü orada bir kadın yaratıyoruz, bir tavır oluşturuyoruz; ekip olarak çalışıp bir kadına anlam yüklüyoruz. Kadına başka bir ruh veriyoruz. Bu sebepten dolayı moda çekimleri favorim.
Saç konusunda gözünüze en çok batan hatalar neler?
En büyük hata aslında güzel saç için kuaföre gidilmesi. Kuaföre güzel kadın olmak için gidilmesi lazım. Saçınız güzel olabilir fakat sizinle bütünleşmediği zaman yalnızca güzel saç olarak kalacaktır. Ama güzel bir kadın saçını yapmadan da güzel olabilir, işte odur güzel saç.
Favori ürünleriniz neler?
Osis 4 Play, Osis Mess up, Osis Dust it ve de tabi ki Mason Pearson saç fırçam, onsuz olmaz.
Sizce saç bir kişinin stilinin yüzde kaçını oluşturur, neden?
Saç bir stilin %50-60’ıdır bence. Neden derseniz, nasıl ki bir mekana gittiğinizde önemli olan yer ile tavandır; bir insanda da saç ve ayakkabıdır. Özellikle biz erkeklerde bu daha da önemli. Türkiye’de maalesef erkekler saçlarına gereken özeni gösteremiyorlar, oysa ki bir erkek için saç çok önemli bir unsurdur. Sadece saç olarak da düşünmemeli, bir bütün olarak bakmalıyız aslında. Küt saçla güzel olan bir kazak uzun saçla yakışmayabilir. Güzel saç değil, güzel insandır asıl olan.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. İlk röportajımız Nuri Şekerci ileydi.
En çok hangi şekilde çalışmayı seviyorsunuz? Ünlülerle mi, markalarla mı yoksa dergilerlerle mi?
Moda çekimlerini daha çok seviyorum. Çünkü orada bir kadın yaratıyoruz, bir tavır oluşturuyoruz; ekip olarak çalışıp bir kadına anlam yüklüyoruz. Kadına başka bir ruh veriyoruz. Bu sebepten dolayı moda çekimleri favorim.
Saç konusunda gözünüze en çok batan hatalar neler?
En büyük hata aslında güzel saç için kuaföre gidilmesi. Kuaföre güzel kadın olmak için gidilmesi lazım. Saçınız güzel olabilir fakat sizinle bütünleşmediği zaman yalnızca güzel saç olarak kalacaktır. Ama güzel bir kadın saçını yapmadan da güzel olabilir, işte odur güzel saç.
Favori ürünleriniz neler?
Osis 4 Play, Osis Mess up, Osis Dust it ve de tabi ki Mason Pearson saç fırçam, onsuz olmaz.
Sizce saç bir kişinin stilinin yüzde kaçını oluşturur, neden?
Saç bir stilin %50-60’ıdır bence. Neden derseniz, nasıl ki bir mekana gittiğinizde önemli olan yer ile tavandır; bir insanda da saç ve ayakkabıdır. Özellikle biz erkeklerde bu daha da önemli. Türkiye’de maalesef erkekler saçlarına gereken özeni gösteremiyorlar, oysa ki bir erkek için saç çok önemli bir unsurdur. Sadece saç olarak da düşünmemeli, bir bütün olarak bakmalıyız aslında. Küt saçla güzel olan bir kazak uzun saçla yakışmayabilir. Güzel saç değil, güzel insandır asıl olan.
Lara Sayılgan Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 29 Mart 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. İkinci röportajımız Lara Sayılgan ileydi.
Fotoğrafta çıkan sonucun yüzde kaçı makineye, yüzde kaçı fotoğrafçıya bağlıdır?
Makineyle hiç bir alakası yok. İş tamamen fotoğrafçıda bitiyor bence. Her şey gözle alakalı. Dünyanın en gelişmiş makinelerini teknisyenler kullanıyor, teknisyenlerin hepsi fotoğrafçı olurdu o zaman.
Peki ya editing?
Mesela bir kampanya fotoğrafından bahsediyorsak onun dergideki son hali ve son dizaynı çok önemli. Fotoğraf çok kötü de olabilir, onu var olduğu halinden çok daha güzel de gösterebilirsiniz. Editing önemli bir aşamadır.
Yönetmenlik deneyiminiz var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Çok zevkli ve ben yaptığım işi çok seviyorum. Mesela buraya gelirken de yollar çok güzeldi, ışık çok güzeldi; dedim burada bir yol klibi çekilebilir. Akan görüntüyü yakalamak da çok zevkli. Çok farklı şeyler tabi, birinde görüntüyü donduruyorsun, diğerinde devam ettiriyorsun.
Opera geçmişiniz var, bu yolda ilerlemiş olsaydınız daha mutlu olur muydunuz? Pişmanlığınız var mı?
Yok hayır, hiç pişman değilim. Pişman olacak olsaydım zaten bırakmazdım. Anladım ki ön planda olmak bana göre bir şey değil. Arka planda, işin mutfağında olmayı daha çok seviyorum. Mesela günlük yaşamımda da ön planda olmayı sevmiyorum. Koyduğum fotoğrafları bir amaca hizmet ettiği için, işimden dolayı koyuyorum. Mesela Instagram’da selfie olayları hiç bana göre değil. Görsel herşeye çok ilgili olduğum için instagram’a yapışık olarak yaşıyorum fakat aynı zamanda da bana çöplük gibi geliyor. Bazen o kadar saçma şeyler görüyoruz ki… Aynı zamanda çok güzellikleri de var. Mesela yeni bir şeyi herkesten önce görebiliyoruz, birçok şeyi öğrenebiliyoruz.
Fotoğrafta çıplaklığın hangi seviyede olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Hiçbir seviyede olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu konuda tamamen açık fikirliyim. Bazen tamamen çıplak olan biri fotoğrafta göze çok estetik ve kapalı gelebilir. Bazense çok kapalı giyinmiş biri göze çok açık gelebilir. Tamamen fotoğrafla alakalı bir durum. Bence çıplaklıkta hiçbir sınır olmamalı. Olay tamamen bakış açınızla alakalı ve hepsi birbiriyle bağlantılı. Sanattan uzaklaşmamak lazım, ve estetik kaygılarla yapılması lazım. Benim için; yaptığınız işin bir amacı varsa, o güzeldir.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. İkinci röportajımız Lara Sayılgan ileydi.
Makineyle hiç bir alakası yok. İş tamamen fotoğrafçıda bitiyor bence. Her şey gözle alakalı. Dünyanın en gelişmiş makinelerini teknisyenler kullanıyor, teknisyenlerin hepsi fotoğrafçı olurdu o zaman.
Peki ya editing?
Mesela bir kampanya fotoğrafından bahsediyorsak onun dergideki son hali ve son dizaynı çok önemli. Fotoğraf çok kötü de olabilir, onu var olduğu halinden çok daha güzel de gösterebilirsiniz. Editing önemli bir aşamadır.
Yönetmenlik deneyiminiz var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Çok zevkli ve ben yaptığım işi çok seviyorum. Mesela buraya gelirken de yollar çok güzeldi, ışık çok güzeldi; dedim burada bir yol klibi çekilebilir. Akan görüntüyü yakalamak da çok zevkli. Çok farklı şeyler tabi, birinde görüntüyü donduruyorsun, diğerinde devam ettiriyorsun.
Opera geçmişiniz var, bu yolda ilerlemiş olsaydınız daha mutlu olur muydunuz? Pişmanlığınız var mı?
Yok hayır, hiç pişman değilim. Pişman olacak olsaydım zaten bırakmazdım. Anladım ki ön planda olmak bana göre bir şey değil. Arka planda, işin mutfağında olmayı daha çok seviyorum. Mesela günlük yaşamımda da ön planda olmayı sevmiyorum. Koyduğum fotoğrafları bir amaca hizmet ettiği için, işimden dolayı koyuyorum. Mesela Instagram’da selfie olayları hiç bana göre değil. Görsel herşeye çok ilgili olduğum için instagram’a yapışık olarak yaşıyorum fakat aynı zamanda da bana çöplük gibi geliyor. Bazen o kadar saçma şeyler görüyoruz ki… Aynı zamanda çok güzellikleri de var. Mesela yeni bir şeyi herkesten önce görebiliyoruz, birçok şeyi öğrenebiliyoruz.
Fotoğrafta çıplaklığın hangi seviyede olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Hiçbir seviyede olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu konuda tamamen açık fikirliyim. Bazen tamamen çıplak olan biri fotoğrafta göze çok estetik ve kapalı gelebilir. Bazense çok kapalı giyinmiş biri göze çok açık gelebilir. Tamamen fotoğrafla alakalı bir durum. Bence çıplaklıkta hiçbir sınır olmamalı. Olay tamamen bakış açınızla alakalı ve hepsi birbiriyle bağlantılı. Sanattan uzaklaşmamak lazım, ve estetik kaygılarla yapılması lazım. Benim için; yaptığınız işin bir amacı varsa, o güzeldir.
Gülüm Erzincan Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 29 Mart 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. Üçüncü röportajımız Gülüm Erzincan ileydi.
Olmazsa olmaz ürünlerinizi öğrenebilir miyiz?
Yves Saint Laurent çok iyi, kalite olarak çok çok iyi. Fakat kendi yaptığım bazı daha kreatif çalışmalar var, onlarda Make Up Forever, M.A.C gibi diğer ürünlerden de destek alıyorum, Çünkü onların da body painting malzemeleri var. Ben resim mezunuyum aslında. Ondan sonra makyaja başladım. O yüzden bütün markaları deniyorum. Hani olmazsa olmazım yok, açığım yani. Çünkü sürekli teknoloji değişiyor, her sene başka bir ürün çıkıyor. Ama belli markalarım bunlar, Yves Saint Laurent, M.A.C ve Make Up Forever şu anda.
Genel olarak makyajda hangi aşama olmazsa olmaz diyebiliriz, makyajda en önemli aşama sizce nedir?
Bence yüzü tanıma ve anatomiyi doğru uygulama çok önemli. Anatomiyi de çok iyi bilmek gerekiyor. Işığı, gölgeyi de iyi bilmek gerekiyor. Eğer düzgün bir yüz hattı ortaya çıkarırsanız üzerinde yapacağınız şey her zaman daha güzel oluyor. Yani ilk baz aşaması deniyor buna. Anatomik gölgelendirme diyeyim ben, daha net olur.
Yaratıcılığınızı yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa daha çok direktifleri uygulama şeklinde mi oluyor bu tür çalışmalar?
Değişiyor duruma göre, işe göre değişiyor. Ama ben çok seviyorum yaratıcılığımı yansıtabildiğim işleri. Mesela XOXO magazine ile çalışıyorum. Ondan sonra en son Adam in Town’a bir iş yaptık, çok keyifli oldu. Face painting gibi, body painting gibi bir şeyler yaptık onda. Yani alternatif dergiler Türkiye’de çok fazla yok, ama olursa seve seve yapıyorum ve en çok keyif aldığım işler. Onun dışında tabi ki Elle, Vogue, L’Officiel. Onlarla da çalışıyorum moda alanında. Çünkü orada da başka bir şey var ve ticari anlamda bunları da bilmek gerekiyor. Yani bu bir denge, hem ticari hem artistik beraber ilerliyorum genelde.
Peki şu anda resim yapıyor musunuz?
Yeni başladım. Baya uzun zamandır yapmıyordum. Ben 2003’de mezun oldum. Ondan beri baya uzun bir süre yapmadım. Şimdi başladım. Bir yandan da spiritüellikle de ilgilendiğim için lotus çiçekleri yapıyorum bu ara. Onlara takıldım çok hoşuma gidiyor. Yani ben renk çok seviyorum, parlak renkler. Matisse severim mesela, Van Gogh severim. Genelde benim algılayışım öyle.
Günlük hayatınızda sizi rahatsız eden makyajlar oluyor mu sokakta, müdahale etmek istediğiniz oluyor mu?
Oluyor. Yani bakmamaya çalışıyorum gözüm bozulmasın diye.
Peki en çok gözünüze batan hata nedir, Türk kadınında ya da dünya kadınında?
Dünyada bilemiyorum da Türkiye’de çok anlamsız bir kendini olduğundan aşırı derecede farklı gösterme çabası var. Bu bana çok anlamsız geliyor çünkü çok küçük şeylerle, çok hafif, daha az dokunuşlarla, çok daha hoş, duru, temiz bir görüntü yaratabilirsiniz. Ve ne kadar çok makyaj yaparsanız yapın, yaptığınız, arttırdığınız ölçüde dozajı, yaşlı ve çirkin gözükmeye başlıyor kadın. Doğallığı kaybetmeye başlıyor.
Sade makyaj diye tanımladığımız makyajın ana öğeleri nelerdir sizce?
Sağlıklı görüntü. Cilt eğer sıkıntılıysa temiz bir cilt. Tatlı, doğal güneşten yanmış bir allık efekti, yaz için söylüyorum bunu. Kışın belki başka bir şey, dudakta renkli nemlendirici, gözde hafif bir rimel, düzgün taranmış kaşlar yeterli bence. Benim en beğendiğim böyle; duru, temiz.
Dove, makyaj karşıtı bir politika izleyerek “Güzellik doğallıktır” diyor ve tüm dünyada makyajsız kadın fotoğrafları yayınlıyor. Bu kampanya dünya genelinde başarılı olmasına rağmen Türkiye’de pek başarılı olamadı. Sizce neden?
Başarılı olamadı. Çünkü bu insanların kendilerini sevmemesi ile alakalı.
İnsanlar kendilerini sevmedikleri için mi makyaja sarılıyor?
Çok çok bağlantılı, yani insanın kendini olduğu gibi sevmesi, benimsemesi, kendisiyle barışık olması daha az tüketime yol açıyor. Ne yazık ki öyle. Bir de şöyle bir açı var. Bazıları bunu eğlence için yapıyor, o başka bir şey. Mesela bir punkın bir tavrı bir tarzı vardır. Stilin bir parçası olan bir makyaj. Yani o bambaşka bir şey. Ama bilinçsiz bir şekilde kendimi güzel göstereceğim diye yapılan makyajda dediğim gibi küçük şeylerle yapmak lazım. Fazla olunca olmuyor.
Peki hiç makyaj yapmayan bir kadın kendini çok seviyor diyebilir miyiz?
Çok ağır bir soru. Hayır, diyemeyiz. Kişiden kişiye değişir, bilemeyiz.
Peki. buradaki kıstasınız ne olurdu sizin?
Kişinin kendisiyle ilgili bir durum. Ben göremem. Yani onu kişinin kendisi bilir. Herkes kendi içindeki ruhsal durumu çok iyi bilir. Belki farkında değildir, o başka bir şey. Ben de kendimle şu anda yüzde yüz tam anlamıyla barışığım diyemem. Ama en azından bu konuda baya yol aldığımı düşünüyorum. Bir başkasını da bu konuda asla eleştiremem. Bir kadına bu konuda sen kendini sevmiyorsun diyemem. Kimisi de çünkü bilmeden yapıyor, o da var. Ya da denemek için, ya da hiç farkında olmadığı için.
Makyöz olmak isteyen bir kişi neler yapabilir sizce?
Eğer moda sektörü ise mevzu, bence çok ilişkili diye söylüyorum, moda sanattan çok ilham alır. Sanatın başlangıcından bu yana çok uzun bir süreç tabi, sanat tarihi, ben girmeyeceğim oraya. Gerçekten oradan ilham aldığı için biraz da sanatla ilgili kendisini geliştirebilir. Anatomi, renk bunlar çok önemli gerçekten. Sonrasında da makyajı teknik anlamda dokuyu, o malzemeyi bilip onu üç boyutlu bir uygulamaya dönüştürebilir.Onun için de ayrıca bir kurs alabilir. O zaman mükemmel bir bileşim olur kozmetik makyaj için. Bir de plastik makyaj diye bir alan var ben onu hiç bilmiyorum.
Yazın terleme durumu olduğunda nasıl bir müdahale yapıyorsunuz?
Önce teri alıyorum. Yanımda hep yedekte bir fondötenim oluyor. Ya da kapatıcı, ne kullandıysam baz olarak. Teri aldıktan sonra hemen onu uyguluyorum küçük dokunuşlarla. Ama çok seri ve pratik olmak gerekiyor.
İçinize siniyor mu peki?
Siner ama çok titiz çalışmak lazım. Seti bekleten bir şey ama iş iyi olsun istiyorsanız herkes bekleyecek yapacak bir şey yok. Ya da şöyle durumlar oluyor, fotoğrafçı diyor ki “Hiç uğraşma, zamanımız yok, güneş gidiyor, fotoğrafı çekmem lazım. Sen hiç uğraşma, ben photoshopta hallederim” diyor.
İyi bir makyöz olmada teknik bilgi yüzde kaç önemli? El hassasiyeti yüzde kaç önemli?
Hepsi çok önemli. Hiç birini ayıramıyorum. Teknik bilgi çok önemli, sürekli takip etmek çok önemli, trendleri bilmek. Hepsi çok çok çok önemli. Yeni malzemeler çıkıyor, bunları bilmek de önemli.
Peki siz nasıl resimden makyaja geçiş yaptınız?
Türkiye’de sanatın durumunu göz önüne alırsak, sanata ve sanatçıya verilen değeri ve desteği… Ben küçükken kedime allık sürüyormuşum. Annem dalga geçiyormuş benimle. Ben makyajı seviyordum, teyzemin rujlarını da sürüyordum ben. Eskiden inanılmaz makyaj yapan bir çocukmuşum, ortaokulda başlamışım boyanmaya. O zaman gotiktim bir de, rock dinliyordum, siyah farlar sürüyordum. Ondan sonra başka bir şeye geçtim. Şu anda makyajsız tarafa doğru gidiyorum.
Siz maddi olarak memnun musunuz peki yaptığınız işlerden?
Memnunum.Yani daha çok da kazanabilirim ama ben artistik işleri sevdiğim için, Türkiye’deki alternatif dergilerle, parasal anlamda bir şey almıyoruz. Tamamen kendi sevdiğimiz işi yapıyoruz. Ben de zamanınım çoğunu onlara ayırdığım için, bu benim kendi seçimim. Hiçbir zaman kazandığım para konusunda hiç pişmanlık duymadım o yüzden.
Yüz hatlarını beğendiğiniz, “Makyajını yapmak isterim” dediğiniz ünlü var mı?
Ben aslına en sevdiğim yüz tipini söyleyeyim. Boş tuval gibi yüzü çok seviyorum. Bu durumda tabi sarışınların yüzü öyle oluyor genellikle açık renk olduğu için, kaşlar gözükmüyor falan. Yani bir dönem Lara Stone çok yüksekti, o dönem seviyordum onun o kaşsız halini. O kaşsızlığı da hala seviyorum çünkü şöyle bir şey var, kaşsız olunca sen ona istediğin formu üstüne koyabiliyorsun ve çok daha fazla karakteriyle oynayabiliyorsun. Ne kadar karaktersiz olursa bir yüz, yani çok karaktersiz derken biraz kemik, çene falan olmasından hoşlanıyoruz tabi o güzel bir şey, ama dediğim gibi kaşların koyu olduğunda, kirpikler baskın olduğunda zorlaşıyor ve daha sınırlıyor sizi. Baskın olmayınca daha kolay oluyor. Kate Moss gibi, tabi çok güzel bir yüz. Onlar çok top isimler. Türkiye’den kim olabilir. Gül Gölge’yle çalışmayı seviyorum. Didem Soydan’la çalışmayı da seviyorum, yüz olarak. Yüz kemikleri karakteristiği güzel ama sarışın olduğu için yine onun da oynanabilir bir tipi var aslında. Karakteristiği de yüksek.
“Şu isimle çalışırken çok heyecanlanırım, elim titrer” dediğiniz bir isim var mı?
Bülent Ersoy ve Ajda Pekkan’da heyecanlandım tabi ki. Ama onların kendi direktifleri doğrultusunda ilerliyorsun. Çünkü onlar zaten çok netler. Kişilik olarak da çok tatlı insanlar, hiç rahatsız olmadım, çünkü çok net insanlar.Çünkü ne istediğini bilen insanı ben seviyorum. Ne istediğini bilmeyip bir de üstüne eleştirince orada bir sıkıntı var. Ondan hoşlanmıyorum, çünkü bilmediğini anlıyorsun. Türkiye’de bir sürü insanla çalıştım ama uluslararası bir isimle hiç denk gelmedi. Ama bir Kate Moss gelse çok stres yapabilirim büyük ihtimalle. Çünkü dünyanın en iyileriyle çalışmış diye düşünürüm, her şeyi biliyor diye düşünürüm. Ama hata yapacağımı düşünmem o noktada. Sadece çok heyecanlanırım. Çünkü bildiğimi biliyorum, yani o konuda bir sıkıntı yok.
Peki hiç bir projede makyajı beceremediğiniz oldu mu?
Olmadı. Ama yanlış bir brief verildiyse değiştirip tekrar yapıyoruz. Yani müşteri illa şunu istiyorum diyor ve ben içsel olarak biliyorum onun olmayacağını ama bir şey demiyorum. Çünkü karşı taraf daha baskın, işi veren o olduğu için. O zaman değiştiriyoruz, sesimizi çıkarmıyoruz bazen. İş olunca öyle.
Body painting konusunda görüşünüz nedir, daha çok olmalı mı?
Olsa güzel olur, çok eğlenceli olur. Ben çok seviyorum. Pop, i-D, Dazed and Confused, üç tane aleternatif dergi var, baya değişik şeyler deniyorlar ve çok keyifli işler yapıyorlar. Keşke Türkiye’deki opsiyonlarımız da maddi anlamda yeterli olsa, biz de öyle gelişmiş işler yapabilsek çok güzel olurdu. Biz burada gerçekten düşük bütçelerle, kendi kendimize bir şeyler yapıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. Üçüncü röportajımız Gülüm Erzincan ileydi.
Olmazsa olmaz ürünlerinizi öğrenebilir miyiz?
Yves Saint Laurent çok iyi, kalite olarak çok çok iyi. Fakat kendi yaptığım bazı daha kreatif çalışmalar var, onlarda Make Up Forever, M.A.C gibi diğer ürünlerden de destek alıyorum, Çünkü onların da body painting malzemeleri var. Ben resim mezunuyum aslında. Ondan sonra makyaja başladım. O yüzden bütün markaları deniyorum. Hani olmazsa olmazım yok, açığım yani. Çünkü sürekli teknoloji değişiyor, her sene başka bir ürün çıkıyor. Ama belli markalarım bunlar, Yves Saint Laurent, M.A.C ve Make Up Forever şu anda.
Genel olarak makyajda hangi aşama olmazsa olmaz diyebiliriz, makyajda en önemli aşama sizce nedir?
Bence yüzü tanıma ve anatomiyi doğru uygulama çok önemli. Anatomiyi de çok iyi bilmek gerekiyor. Işığı, gölgeyi de iyi bilmek gerekiyor. Eğer düzgün bir yüz hattı ortaya çıkarırsanız üzerinde yapacağınız şey her zaman daha güzel oluyor. Yani ilk baz aşaması deniyor buna. Anatomik gölgelendirme diyeyim ben, daha net olur.
Yaratıcılığınızı yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa daha çok direktifleri uygulama şeklinde mi oluyor bu tür çalışmalar?
Değişiyor duruma göre, işe göre değişiyor. Ama ben çok seviyorum yaratıcılığımı yansıtabildiğim işleri. Mesela XOXO magazine ile çalışıyorum. Ondan sonra en son Adam in Town’a bir iş yaptık, çok keyifli oldu. Face painting gibi, body painting gibi bir şeyler yaptık onda. Yani alternatif dergiler Türkiye’de çok fazla yok, ama olursa seve seve yapıyorum ve en çok keyif aldığım işler. Onun dışında tabi ki Elle, Vogue, L’Officiel. Onlarla da çalışıyorum moda alanında. Çünkü orada da başka bir şey var ve ticari anlamda bunları da bilmek gerekiyor. Yani bu bir denge, hem ticari hem artistik beraber ilerliyorum genelde.
Peki şu anda resim yapıyor musunuz?
Yeni başladım. Baya uzun zamandır yapmıyordum. Ben 2003’de mezun oldum. Ondan beri baya uzun bir süre yapmadım. Şimdi başladım. Bir yandan da spiritüellikle de ilgilendiğim için lotus çiçekleri yapıyorum bu ara. Onlara takıldım çok hoşuma gidiyor. Yani ben renk çok seviyorum, parlak renkler. Matisse severim mesela, Van Gogh severim. Genelde benim algılayışım öyle.
Günlük hayatınızda sizi rahatsız eden makyajlar oluyor mu sokakta, müdahale etmek istediğiniz oluyor mu?
Oluyor. Yani bakmamaya çalışıyorum gözüm bozulmasın diye.
Peki en çok gözünüze batan hata nedir, Türk kadınında ya da dünya kadınında?
Dünyada bilemiyorum da Türkiye’de çok anlamsız bir kendini olduğundan aşırı derecede farklı gösterme çabası var. Bu bana çok anlamsız geliyor çünkü çok küçük şeylerle, çok hafif, daha az dokunuşlarla, çok daha hoş, duru, temiz bir görüntü yaratabilirsiniz. Ve ne kadar çok makyaj yaparsanız yapın, yaptığınız, arttırdığınız ölçüde dozajı, yaşlı ve çirkin gözükmeye başlıyor kadın. Doğallığı kaybetmeye başlıyor.
Sade makyaj diye tanımladığımız makyajın ana öğeleri nelerdir sizce?
Sağlıklı görüntü. Cilt eğer sıkıntılıysa temiz bir cilt. Tatlı, doğal güneşten yanmış bir allık efekti, yaz için söylüyorum bunu. Kışın belki başka bir şey, dudakta renkli nemlendirici, gözde hafif bir rimel, düzgün taranmış kaşlar yeterli bence. Benim en beğendiğim böyle; duru, temiz.
Dove, makyaj karşıtı bir politika izleyerek “Güzellik doğallıktır” diyor ve tüm dünyada makyajsız kadın fotoğrafları yayınlıyor. Bu kampanya dünya genelinde başarılı olmasına rağmen Türkiye’de pek başarılı olamadı. Sizce neden?
Başarılı olamadı. Çünkü bu insanların kendilerini sevmemesi ile alakalı.
İnsanlar kendilerini sevmedikleri için mi makyaja sarılıyor?
Çok çok bağlantılı, yani insanın kendini olduğu gibi sevmesi, benimsemesi, kendisiyle barışık olması daha az tüketime yol açıyor. Ne yazık ki öyle. Bir de şöyle bir açı var. Bazıları bunu eğlence için yapıyor, o başka bir şey. Mesela bir punkın bir tavrı bir tarzı vardır. Stilin bir parçası olan bir makyaj. Yani o bambaşka bir şey. Ama bilinçsiz bir şekilde kendimi güzel göstereceğim diye yapılan makyajda dediğim gibi küçük şeylerle yapmak lazım. Fazla olunca olmuyor.
Peki hiç makyaj yapmayan bir kadın kendini çok seviyor diyebilir miyiz?
Çok ağır bir soru. Hayır, diyemeyiz. Kişiden kişiye değişir, bilemeyiz.
Peki. buradaki kıstasınız ne olurdu sizin?
Kişinin kendisiyle ilgili bir durum. Ben göremem. Yani onu kişinin kendisi bilir. Herkes kendi içindeki ruhsal durumu çok iyi bilir. Belki farkında değildir, o başka bir şey. Ben de kendimle şu anda yüzde yüz tam anlamıyla barışığım diyemem. Ama en azından bu konuda baya yol aldığımı düşünüyorum. Bir başkasını da bu konuda asla eleştiremem. Bir kadına bu konuda sen kendini sevmiyorsun diyemem. Kimisi de çünkü bilmeden yapıyor, o da var. Ya da denemek için, ya da hiç farkında olmadığı için.
Makyöz olmak isteyen bir kişi neler yapabilir sizce?
Eğer moda sektörü ise mevzu, bence çok ilişkili diye söylüyorum, moda sanattan çok ilham alır. Sanatın başlangıcından bu yana çok uzun bir süreç tabi, sanat tarihi, ben girmeyeceğim oraya. Gerçekten oradan ilham aldığı için biraz da sanatla ilgili kendisini geliştirebilir. Anatomi, renk bunlar çok önemli gerçekten. Sonrasında da makyajı teknik anlamda dokuyu, o malzemeyi bilip onu üç boyutlu bir uygulamaya dönüştürebilir.Onun için de ayrıca bir kurs alabilir. O zaman mükemmel bir bileşim olur kozmetik makyaj için. Bir de plastik makyaj diye bir alan var ben onu hiç bilmiyorum.
Yazın terleme durumu olduğunda nasıl bir müdahale yapıyorsunuz?
Önce teri alıyorum. Yanımda hep yedekte bir fondötenim oluyor. Ya da kapatıcı, ne kullandıysam baz olarak. Teri aldıktan sonra hemen onu uyguluyorum küçük dokunuşlarla. Ama çok seri ve pratik olmak gerekiyor.
İçinize siniyor mu peki?
Siner ama çok titiz çalışmak lazım. Seti bekleten bir şey ama iş iyi olsun istiyorsanız herkes bekleyecek yapacak bir şey yok. Ya da şöyle durumlar oluyor, fotoğrafçı diyor ki “Hiç uğraşma, zamanımız yok, güneş gidiyor, fotoğrafı çekmem lazım. Sen hiç uğraşma, ben photoshopta hallederim” diyor.
İyi bir makyöz olmada teknik bilgi yüzde kaç önemli? El hassasiyeti yüzde kaç önemli?
Hepsi çok önemli. Hiç birini ayıramıyorum. Teknik bilgi çok önemli, sürekli takip etmek çok önemli, trendleri bilmek. Hepsi çok çok çok önemli. Yeni malzemeler çıkıyor, bunları bilmek de önemli.
Peki siz nasıl resimden makyaja geçiş yaptınız?
Türkiye’de sanatın durumunu göz önüne alırsak, sanata ve sanatçıya verilen değeri ve desteği… Ben küçükken kedime allık sürüyormuşum. Annem dalga geçiyormuş benimle. Ben makyajı seviyordum, teyzemin rujlarını da sürüyordum ben. Eskiden inanılmaz makyaj yapan bir çocukmuşum, ortaokulda başlamışım boyanmaya. O zaman gotiktim bir de, rock dinliyordum, siyah farlar sürüyordum. Ondan sonra başka bir şeye geçtim. Şu anda makyajsız tarafa doğru gidiyorum.
Siz maddi olarak memnun musunuz peki yaptığınız işlerden?
Memnunum.Yani daha çok da kazanabilirim ama ben artistik işleri sevdiğim için, Türkiye’deki alternatif dergilerle, parasal anlamda bir şey almıyoruz. Tamamen kendi sevdiğimiz işi yapıyoruz. Ben de zamanınım çoğunu onlara ayırdığım için, bu benim kendi seçimim. Hiçbir zaman kazandığım para konusunda hiç pişmanlık duymadım o yüzden.
Yüz hatlarını beğendiğiniz, “Makyajını yapmak isterim” dediğiniz ünlü var mı?
Ben aslına en sevdiğim yüz tipini söyleyeyim. Boş tuval gibi yüzü çok seviyorum. Bu durumda tabi sarışınların yüzü öyle oluyor genellikle açık renk olduğu için, kaşlar gözükmüyor falan. Yani bir dönem Lara Stone çok yüksekti, o dönem seviyordum onun o kaşsız halini. O kaşsızlığı da hala seviyorum çünkü şöyle bir şey var, kaşsız olunca sen ona istediğin formu üstüne koyabiliyorsun ve çok daha fazla karakteriyle oynayabiliyorsun. Ne kadar karaktersiz olursa bir yüz, yani çok karaktersiz derken biraz kemik, çene falan olmasından hoşlanıyoruz tabi o güzel bir şey, ama dediğim gibi kaşların koyu olduğunda, kirpikler baskın olduğunda zorlaşıyor ve daha sınırlıyor sizi. Baskın olmayınca daha kolay oluyor. Kate Moss gibi, tabi çok güzel bir yüz. Onlar çok top isimler. Türkiye’den kim olabilir. Gül Gölge’yle çalışmayı seviyorum. Didem Soydan’la çalışmayı da seviyorum, yüz olarak. Yüz kemikleri karakteristiği güzel ama sarışın olduğu için yine onun da oynanabilir bir tipi var aslında. Karakteristiği de yüksek.
“Şu isimle çalışırken çok heyecanlanırım, elim titrer” dediğiniz bir isim var mı?
Bülent Ersoy ve Ajda Pekkan’da heyecanlandım tabi ki. Ama onların kendi direktifleri doğrultusunda ilerliyorsun. Çünkü onlar zaten çok netler. Kişilik olarak da çok tatlı insanlar, hiç rahatsız olmadım, çünkü çok net insanlar.Çünkü ne istediğini bilen insanı ben seviyorum. Ne istediğini bilmeyip bir de üstüne eleştirince orada bir sıkıntı var. Ondan hoşlanmıyorum, çünkü bilmediğini anlıyorsun. Türkiye’de bir sürü insanla çalıştım ama uluslararası bir isimle hiç denk gelmedi. Ama bir Kate Moss gelse çok stres yapabilirim büyük ihtimalle. Çünkü dünyanın en iyileriyle çalışmış diye düşünürüm, her şeyi biliyor diye düşünürüm. Ama hata yapacağımı düşünmem o noktada. Sadece çok heyecanlanırım. Çünkü bildiğimi biliyorum, yani o konuda bir sıkıntı yok.
Peki hiç bir projede makyajı beceremediğiniz oldu mu?
Olmadı. Ama yanlış bir brief verildiyse değiştirip tekrar yapıyoruz. Yani müşteri illa şunu istiyorum diyor ve ben içsel olarak biliyorum onun olmayacağını ama bir şey demiyorum. Çünkü karşı taraf daha baskın, işi veren o olduğu için. O zaman değiştiriyoruz, sesimizi çıkarmıyoruz bazen. İş olunca öyle.
Body painting konusunda görüşünüz nedir, daha çok olmalı mı?
Olsa güzel olur, çok eğlenceli olur. Ben çok seviyorum. Pop, i-D, Dazed and Confused, üç tane aleternatif dergi var, baya değişik şeyler deniyorlar ve çok keyifli işler yapıyorlar. Keşke Türkiye’deki opsiyonlarımız da maddi anlamda yeterli olsa, biz de öyle gelişmiş işler yapabilsek çok güzel olurdu. Biz burada gerçekten düşük bütçelerle, kendi kendimize bir şeyler yapıyoruz.
Mert Aslan Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 29 Mart 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. Son röportajımız Mert Aslan ileydi.
Sizin çekimlerdeki göreviniz nedir genelde?
Benim asıl mesleğim Marie Claire Türkiye Moda Direktörlüğü. Onun dışında böyle özel markaların kampanya çekimlerinde, bütün çekimin kreatif danışmanlığından başlayarak bütün kıyafetlerin seçimini ve genel olarak stylingini yapıyorum. Markalar önce bu sezon hangi stylistle çalışacağına karar veriyor. Aynı şekilde fotoğrafçıya karar veriliyor. Daha sonra bu kararla birlikte konsepte karar veriliyor, o şekilde devam ediyoruz.
Ünlülere imaj makerlık da yapıyorsunuz, imaj makerlık nasıl ilerliyor? Onlar için alışveriş mi yapıyorsunuz?
Aslında onun çok farklı boyutları var. Proje bazlı çalışıyoruz mesela, bazı isimlerle sadece özel organizasyon için çalışıyoruz. O gün o etkinlikte ne giyeceğini konuşuyoruz. İşte saçı nasıl olacak, makyajı nasıl olacak, ona göre bir hazırlık yapıyoruz. Bazılarıyla tamamen kişisel alışveriş danışmanlığı ve kişisel stil danışmanlığı olarak çalışıyoruz. Normal, günlük hayatında bir insanın gardırobunda neler olması gerekir gibi düşünün bunu. Mesela Nişantaşı’na alışverişe gittiğinde ne giyecekten tutun da akşam bir yemeğe giderken ne giyeceğine, bir davette ne giyeceğine, televizyon programında ne giyeceğine kadar her şeyine karar veriyorsunuz. Ona göre bir gardırop yapıyorsunuz ama tabi ki bu işi yapan bir çok kişi var. O noktada çoğu insandan biraz daha farklı olarak ben her çalıştığım kişinin asıl kişisel stiline karar vermeye çalışıyorum. Çünkü bazı insanlar trendlere bağlı olarak giyinmeyi tercih ediyorlar, en son sezonda ne var onları göstermek bazı kişilerin amacı. Bazı kişiler de bir stil yaratmaya çalışıyorlar. Ben daha çok stil yaratma aşamasında yer almayı seven bir insanım. Çünkü çok klişe belki ama aslında yaptığımız işle ilgili en doğru şey moda değişiyor ve moda gelip geçici bir şey. Üç ay önce olan şey üç ay sonra olmuyor. Dolayısıyla asıl kalıcı olan şey stil. O yüzden de ben birazcık aklını stille bozmuş kişilerden olarak o tarz kişilerle çalışmayı tercih ediyorum.
Ünlüler için çeşitli etkinliklerde yaptığınız seçimlerde eleştiri aldığınız oluyordur, böyle durumlarda ne hissediyorsunuz?
Mutlaka oluyor. Stil dediğiniz şeyin dünyada hiçbir şekilde tek bir doğrusu yok. Tek bir doğrusu olmadığı için, yaptığım işi herkes beğensin diye yapmıyorum. Tabi ki herkes beğense çok mutlu olurum ama herkesin beğenmesiyle de beslenmiyorum. Çünkü beni o noktada ilgilendiren şey yaptığım stil, uyguladığım tarz o kişiye uyuyor mu, o kişi bunun içinde mutlu mu, gerçekten kendi kişiliğiyle bunu birleştirebiliyor mu, karakterine uygun mu beni o kısmı ilgilendiriyor. Eğer o zaten onu çok başarılı bir şeklide taşıyorsa ben başarılı oldum demektir. Çünkü şu şekilde baktığınızda, hani herkese klişe şekilde sorarlar ya stil ikonunuz kimdir diye, işte sizin stil ikonunuz Audrey Hepburn olabilir, onun stil ikonu Elizabeth Taylor olabilir, bir başkasınınki Kate Moss olabilir. Bu bahsettiğimiz kadınların hepsi birbirinden farklı ve herkesin de beğenmek zorunda olduğu isimler değil. Bu da aynı şey aslında, her stil kendi başına anlam kazandığı için herkese farklı bir şey uyguluyorsun. O yüzden herkesin beğenmesi de zaten mümkün değil.
Sizin stil ikonunuz kim?
Ben çok daha klasik stilleri de beğeniyorum. Buna en iyi örnek belki de Jacqueline Kennedy Onassis’in ablası Lee Radziwill en iyi örneklerden biri. Ben gerçek Amerikan şıklığını çok seven biriyim. Dolayısıyla C. Z. Guest en beğendiğim tarzlar. Daha güncel isimlere gelecek olursak tabi ki Kate Moss’u çok beğeniyorum ve çok başarılı buluyorum. Çünkü o başka bir şey. Onun dışında Türkiye’den kimleri çok beğeniyorum; Beymen’in tasarımcısı Aslı Abbasoğlu’nu çok beğeniyorum. İpekyol PR Direktörü Azra Zeyrek’i çok beğeniyorum. Fatoş Yalın’ı çok beğeniyorum. Hande Ataizi’ni çok beğeniyorum, bence Türkiye’deki en stil sahibi kadınlardan biri. Hande bir de gerçekten çok ilginç bir insandır. Hande’yi en lüks mağazaya götürün yine şık olur, daha ucuz, hepimizin bildiği fast fashion bir markanın içine sokun oradan da çok şık olarak çıkar. İşte bu gerçek stil algısı. Çünkü demin de dediğim gibi, çok doğru bir tabir, aklını kendisiyle bozmuş insanlar, bu kötü anlamda değil, aklını kendisi ile bozan insanlar kendini tanımak için uğraşırlar ve kendini tanıyan insanın yarattığı stilin de marklarla ya da lüksle alakası yoktur hiçbir zaman. Yani bu tamamen elinizdeki doneyi kendinize nasıl uydurabileceğinizle alakalı. Ben o tarz stillere çok saygı duyuyorum. Çünkü şöyle de bir şey var hayatta, demin de dediğimiz gibi moda sürekli değişiyor, sürekli trendler var. Trendleri modanın kurbanı olmadan kendi stiline uyarlayabilen kişilere zaten stil ikonu diyoruz yeri geldiğinde. Yoksa baştan aşağı X markanın koleksiyonunu giyip de en son koleksiyondan parçalarla ortada gezinen kişiler stil ikonu değil. Onlar tamamen moda kurbanı.
Farklı fotoğrafçılarla çalışmak nasıl bir şey, sonuç çok farklı oluyor mu?
Ben şuna inanırım. Her işin fotoğrafçısı ayrıdır, her işin stylisti de farklıdır zaten. Tabi ki hepimizin her şeyi yapabilecek yeteneği var, yok değil. Ama herkesin daha iyi olduğu bir şeyler var. Gerçek şu ki bir çekime karar verildiği zaman, çekimin konseptini düşünürken bunu şu fotoğrafçı iyi çeker diye düşünüyorsunuz. Ama bu tabi ki zaman içinde deneyimle gelişen bir şey. Ben yaptığım işin tek başına hiçbir anlamı olmadığına inanıyorum. Çünkü bu -kişisel danışmanlıktan bahsetmiyorum, moda editörlüğü kısmından bahsediyorum- tamamen ekibin başarısıyla olan bir şey. Yani o işin gerçekten altından kalkabilecek, saç artisti, makyaj artisti, stylist ve fotoğrafçı, hatta model ya da ünlü her kimse, o olmadan o çekimin başarılı olması mümkün değil. Dolayısıyla farklı fotoğrafçılarla çalışmanın beni her zaman beslediğini ve deneyimimi arttırdığını düşünüyorum. O yüzden benim için çok keyifli. Zaten sürekli aynı kişiyle çalışmak sıkıcı olurdu.
Son anda aklınıza gelen bir şeyle konsepti tamamen değiştirdiğiniz oldu mu?
Tabi ki, hatta çok komik anılarım da var bu konuda. Ünlü çekimlerinde, ünlüyü az çok tanıyorsunuz, özellikle kendi adıma da önceden tanıdığım, bildiğim bir şeklide görüştüğüm birileri olduğu için ne olur ne olmazı bilip ona göre uyarlayabiliyorum pek çok şeyi. Ama bazen özellikle Türkiye’de dergi sektöründe çekimler çok hızlı ilerlemek zorunda kalıyor. Pazartesi karar verip Çarşamba çekim yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Tabi öyle olduğunda her zaman model konusunda cast yapma şansınız olmuyor. Kızların set kartları geliyor oradan seçiyorsunuz. Tabi ki o fotoğraflarda da photoshop mucizesiyle kızlar bazen olduklarından çok daha güzel gözükebiliyorlar. Ama sete bir geliyorlar set kartında 36 beden yazıp aslında 38 beden olan ya da 38 numara ayağı olduğu yazan ama aslında ayağı 40 numara olan modeller de karşımıza çıkabiliyor. Bu, dünyada oluyor mudur bilmiyorum ama ülkemizde olan bir şey.
Tabi bir de işin esprili kısmı, kızcağızlar Türkiye’ye geldiklerinde Türk yemeklerinin tadına varıyorlar. Ne seviyorsunuz diyorum kebap seviyoruz diyorlar, belli oluyor diyorum. 36 numara iken birden 40 numaraya çıkmak çok akıl karı değil çünkü.
Böyle şeyler olabiliyor. Hızlı davranmak zorundasınız. Çünkü günün sonunda tabi ki moda çekimlerinde amacınız birazcık trendleri vermek yani o sezonda çizgi varsa ya da sanatsal desenler varsa onları göstermemek gibi bir şey söz konusu olamaz. Orada stilden ziyade, tabi ki stil vermeye de çalışıyorsunuz ama asıl amacınız trendler ve moda, yani ürünü sattırmak.
Reklamcılık gibi.
Aslında reklamcılık değil. İnsanlar şunu çok bilmiyorlar. Stylist ne iş yapar, kıyafetleri kombinler. Hayır aslında stylistin esas görevi modanın iletişimini sağlamak, daha doğrusu stilin iletişimini sağlamaktır. Çünkü siz markalarla, ürünlerle tüketici arasında bir köprüsünüz. Siz onu ne kadar iyi sunarsanız kişilerde de, alıcıda da, tüketicide de o ürüne sahip olma arzusu yaratıyorsunuz. Bir eteği on farklı editöre verirseniz on farklı şekilde yorumlarlar. Ama atıyorum x stylistin yaptığı çekimdeki eteği beğenmeyebilirsiniz ama benimkini beğenebilirsiniz ya da tam tersi. Dolayısıyla stylistin yorumu o noktada çok önemli. O yorumu işte böyle olumsuz durumlarda kullanarak o çekimi yapıyorsunuz. Çünkü o çekimin yapılması gerekiyor. Yani bütün o ekibi oraya getirdiğiniz zaman bu aynı zamanda büyük de bir maliyet. Dergi çekimlerinde de öyle, dergi çekimlerinde zamanla yarışıyorsunuz. O elinizde tuttuğunuz dergiler 20 günlük bir süre içerisinde hızla hazırlanıyor. Bazen back up’la çalışıyoruz, aylar öncesinden çekimleri yapıyoruz. Ama bazen de kıyafetler gelmemiş oluyor vesaire. Çünkü henüz Türkiye bir moda ülkesi değil. Yani bütün koleksiyonlar Avrupa ülkelerindeki gibi aynı anda gelmediği için bazen beklemek zorunda kalıyorsunuz. Tabi öyle bir şey olduğu zaman da çekimin o anda gerektirdiği konjonktüre göre hareket edip çekimi tamamlamak zorunda kalıyorsunuz.
Sizce ne zaman moda başkenti olmayı başaracak İstanbul?
Ben bu konuda kötümser değilim ama şöyle bir şey var. Bence moda başkenti olabilmek için önce kendimizle daha barışık olmamız gerekiyor bir kere. Biz çok iyi bir tekstil ülkesiyiz, çok iyi tekstil üreticiliğine, çok iyi tekstil işçiliğine, çok iyi kumaşlara sahip bir ülkeyiz. Bu anlamda baktığımda yıllar içinde kendini çok iyi geliştirmiş bir ülkeyiz. Ama moda başkenti olmak öyle ha deyince olacak ya da altı kere moda haftası yaparak olacak bir şey değil. Çünkü İstanbul’da sokak stili dediğimiz şey bile yeni gelişen, yeni yeni olmaya başlayan bir şey. Yani sadece moda haftalarında, defilelerin çıkışlarında gördüğümüz kişiler, öğrenciler, bloggerlar, İstanbul’da yaşayan ve giyinmeyi seven insanlar demek, iyi stil sahibi, sokak stili yaratan insan demek değil. Dolayısıyla kültür olarak da buna daha çok yeni yeni sahip olmaya başladık biz. Yurt dışına gittiğinizde, Paris’te, Milano’da, Londra’da, New York’ta insanların sokakta bir stilleri var ve bu ülkelere baktığınızda insanların stilleri gerçekten köklerinden ve kültürlerinden geliyor. Mesela onlarda özentilik yok. Bu çok da kötü bir şey değil aslında ama bir şeyi çabuk olmak istemekle alakası var. Dolayısıyla biz çok arada kaldığımız için ve daha sokak stilimiz bile gelişmemişken ya da daha pek çok eksiğimiz varken, sponsor eksiklerimiz varken, tasarımcılarımız bunca sıkıntı çekerken, çünkü yurt dışındaki koleksiyonlar moda haftalarından 6 ay önce hazırlanmış ve askılarda yerini almış oluyor. Burada bir ay öncesinde hazırlanmaya başlayan tasarımcılar var, çok riskli ve çok zor Türkiye’de. O yüzden ben daha vaktinin olduğunu düşünüyorum. Ama bence en iyimser tahminle nereden baksan şöyle bir 10 senesi var. Kolay değil yani.
Çok alakasız bir alandan moda sektörüne geçtiniz. Bunun hikayesini öğrenebilir miyiz?
Şöyle açıkçası. Bunu bana sorduklarında ben bunu çok büyük bir şans olarak görüyorum. Bu işle ilgili eğitim alma şansına sahip olmuş kişilere tabi çok saygım var. Her iş için öyle. Ama onun dışında eğitim bir yere kadar. Çünkü yaptığınız iş matematik gibi ya da doktorluk gibi bir şey değil. Sizin kişisel yeteneğiniz, beğenileriniz ve bunları hayata geçirmeniz, uygulamanız. Çünkü moda editörü olmak sadece çok zevkli olmak ve iyi kıyafet seçmek demek değil. Saçtan da anlayacaksınız, makyajdan da anlayacaksınız, fotoğraftan da anlayacaksınız, prodüksiyondan da anlayacaksınız. Yani her şeyden anlamak zorundasınız. Ben tabi ki bu işin eğitimini almak çok istemiştim. Hatta özellikle Marangoni’de programlara bakıyordum ama o dönem için yurt dışına gitmem gibi bir şey mümkün değildi. Bir yandan da kendimi bildim bileli hep büyükelçi olmak isterdim. Çünkü ben büyükelçi olduğum zaman hep davet vereceğim hep şık giyineceğim zannediyordum.Tabi ki okula girince onun öyle olmadığını fark ettim acı bir şekilde.
Sonra üniversite 1. sınıfta Özlem Süer’le tanıştım. Aslında beni ilk bu işe iten kişi rahmetli Meral Okay’dır. Bana mutlaka dergicilikle ilgili bir şey yapmam gerektiğini söylemişti. Ben hiçbir zaman tasarımcı olmayı hayal etmiyordum, styling yapmak istiyordum. Ama yapmak istediğim şeyin ne olduğunu da bilmiyordum o zaman. Ona styling dendiğini bile bilmiyordum. Sonra Özlem Süer’le tanıştım ve Özlem Süer bana gerçekten bir üniversite eğitimi gibi kumaş, renk öğretti. Benim için gerçekten hızlandırılmış bir kurs gibiydi ve çok ilginçtir, ciddi anlamda moda editörü olma kimliğimden sonra da bana bu işi öğreten Özlem Süer’in yanında 1.5 yıl stil danışmanlığı yaptım onun özel müşterilerine. Sonra dergicilik başladı. ALL dergisi ile başladım, asistan olarak başladım. Çünkü bir kere şöyle bir şey var, ne yaparsanız yapın moda editörlüğünü öğrenebilmek için mutlaka bir moda editörünün yanında asistanlık yapmanız gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde Gül Gölge Saygı’nın Love My Body markası için hazırladığı My Touch koleksiyonun çekimi için Ağva’daydık. Fırsatı bulmuşken saç stilisti Nuri Şekerci, makyöz Gülüm Erzincan, fotoğrafçı Lara Sayılgan ve Editör-Stilist Mert Aslan ile sohbet ettik. Son röportajımız Mert Aslan ileydi.
Sizin çekimlerdeki göreviniz nedir genelde?
Benim asıl mesleğim Marie Claire Türkiye Moda Direktörlüğü. Onun dışında böyle özel markaların kampanya çekimlerinde, bütün çekimin kreatif danışmanlığından başlayarak bütün kıyafetlerin seçimini ve genel olarak stylingini yapıyorum. Markalar önce bu sezon hangi stylistle çalışacağına karar veriyor. Aynı şekilde fotoğrafçıya karar veriliyor. Daha sonra bu kararla birlikte konsepte karar veriliyor, o şekilde devam ediyoruz.
Ünlülere imaj makerlık da yapıyorsunuz, imaj makerlık nasıl ilerliyor? Onlar için alışveriş mi yapıyorsunuz?
Aslında onun çok farklı boyutları var. Proje bazlı çalışıyoruz mesela, bazı isimlerle sadece özel organizasyon için çalışıyoruz. O gün o etkinlikte ne giyeceğini konuşuyoruz. İşte saçı nasıl olacak, makyajı nasıl olacak, ona göre bir hazırlık yapıyoruz. Bazılarıyla tamamen kişisel alışveriş danışmanlığı ve kişisel stil danışmanlığı olarak çalışıyoruz. Normal, günlük hayatında bir insanın gardırobunda neler olması gerekir gibi düşünün bunu. Mesela Nişantaşı’na alışverişe gittiğinde ne giyecekten tutun da akşam bir yemeğe giderken ne giyeceğine, bir davette ne giyeceğine, televizyon programında ne giyeceğine kadar her şeyine karar veriyorsunuz. Ona göre bir gardırop yapıyorsunuz ama tabi ki bu işi yapan bir çok kişi var. O noktada çoğu insandan biraz daha farklı olarak ben her çalıştığım kişinin asıl kişisel stiline karar vermeye çalışıyorum. Çünkü bazı insanlar trendlere bağlı olarak giyinmeyi tercih ediyorlar, en son sezonda ne var onları göstermek bazı kişilerin amacı. Bazı kişiler de bir stil yaratmaya çalışıyorlar. Ben daha çok stil yaratma aşamasında yer almayı seven bir insanım. Çünkü çok klişe belki ama aslında yaptığımız işle ilgili en doğru şey moda değişiyor ve moda gelip geçici bir şey. Üç ay önce olan şey üç ay sonra olmuyor. Dolayısıyla asıl kalıcı olan şey stil. O yüzden de ben birazcık aklını stille bozmuş kişilerden olarak o tarz kişilerle çalışmayı tercih ediyorum.
Ünlüler için çeşitli etkinliklerde yaptığınız seçimlerde eleştiri aldığınız oluyordur, böyle durumlarda ne hissediyorsunuz?
Mutlaka oluyor. Stil dediğiniz şeyin dünyada hiçbir şekilde tek bir doğrusu yok. Tek bir doğrusu olmadığı için, yaptığım işi herkes beğensin diye yapmıyorum. Tabi ki herkes beğense çok mutlu olurum ama herkesin beğenmesiyle de beslenmiyorum. Çünkü beni o noktada ilgilendiren şey yaptığım stil, uyguladığım tarz o kişiye uyuyor mu, o kişi bunun içinde mutlu mu, gerçekten kendi kişiliğiyle bunu birleştirebiliyor mu, karakterine uygun mu beni o kısmı ilgilendiriyor. Eğer o zaten onu çok başarılı bir şeklide taşıyorsa ben başarılı oldum demektir. Çünkü şu şekilde baktığınızda, hani herkese klişe şekilde sorarlar ya stil ikonunuz kimdir diye, işte sizin stil ikonunuz Audrey Hepburn olabilir, onun stil ikonu Elizabeth Taylor olabilir, bir başkasınınki Kate Moss olabilir. Bu bahsettiğimiz kadınların hepsi birbirinden farklı ve herkesin de beğenmek zorunda olduğu isimler değil. Bu da aynı şey aslında, her stil kendi başına anlam kazandığı için herkese farklı bir şey uyguluyorsun. O yüzden herkesin beğenmesi de zaten mümkün değil.
Sizin stil ikonunuz kim?
Ben çok daha klasik stilleri de beğeniyorum. Buna en iyi örnek belki de Jacqueline Kennedy Onassis’in ablası Lee Radziwill en iyi örneklerden biri. Ben gerçek Amerikan şıklığını çok seven biriyim. Dolayısıyla C. Z. Guest en beğendiğim tarzlar. Daha güncel isimlere gelecek olursak tabi ki Kate Moss’u çok beğeniyorum ve çok başarılı buluyorum. Çünkü o başka bir şey. Onun dışında Türkiye’den kimleri çok beğeniyorum; Beymen’in tasarımcısı Aslı Abbasoğlu’nu çok beğeniyorum. İpekyol PR Direktörü Azra Zeyrek’i çok beğeniyorum. Fatoş Yalın’ı çok beğeniyorum. Hande Ataizi’ni çok beğeniyorum, bence Türkiye’deki en stil sahibi kadınlardan biri. Hande bir de gerçekten çok ilginç bir insandır. Hande’yi en lüks mağazaya götürün yine şık olur, daha ucuz, hepimizin bildiği fast fashion bir markanın içine sokun oradan da çok şık olarak çıkar. İşte bu gerçek stil algısı. Çünkü demin de dediğim gibi, çok doğru bir tabir, aklını kendisiyle bozmuş insanlar, bu kötü anlamda değil, aklını kendisi ile bozan insanlar kendini tanımak için uğraşırlar ve kendini tanıyan insanın yarattığı stilin de marklarla ya da lüksle alakası yoktur hiçbir zaman. Yani bu tamamen elinizdeki doneyi kendinize nasıl uydurabileceğinizle alakalı. Ben o tarz stillere çok saygı duyuyorum. Çünkü şöyle de bir şey var hayatta, demin de dediğimiz gibi moda sürekli değişiyor, sürekli trendler var. Trendleri modanın kurbanı olmadan kendi stiline uyarlayabilen kişilere zaten stil ikonu diyoruz yeri geldiğinde. Yoksa baştan aşağı X markanın koleksiyonunu giyip de en son koleksiyondan parçalarla ortada gezinen kişiler stil ikonu değil. Onlar tamamen moda kurbanı.
Farklı fotoğrafçılarla çalışmak nasıl bir şey, sonuç çok farklı oluyor mu?
Ben şuna inanırım. Her işin fotoğrafçısı ayrıdır, her işin stylisti de farklıdır zaten. Tabi ki hepimizin her şeyi yapabilecek yeteneği var, yok değil. Ama herkesin daha iyi olduğu bir şeyler var. Gerçek şu ki bir çekime karar verildiği zaman, çekimin konseptini düşünürken bunu şu fotoğrafçı iyi çeker diye düşünüyorsunuz. Ama bu tabi ki zaman içinde deneyimle gelişen bir şey. Ben yaptığım işin tek başına hiçbir anlamı olmadığına inanıyorum. Çünkü bu -kişisel danışmanlıktan bahsetmiyorum, moda editörlüğü kısmından bahsediyorum- tamamen ekibin başarısıyla olan bir şey. Yani o işin gerçekten altından kalkabilecek, saç artisti, makyaj artisti, stylist ve fotoğrafçı, hatta model ya da ünlü her kimse, o olmadan o çekimin başarılı olması mümkün değil. Dolayısıyla farklı fotoğrafçılarla çalışmanın beni her zaman beslediğini ve deneyimimi arttırdığını düşünüyorum. O yüzden benim için çok keyifli. Zaten sürekli aynı kişiyle çalışmak sıkıcı olurdu.
Son anda aklınıza gelen bir şeyle konsepti tamamen değiştirdiğiniz oldu mu?
Tabi ki, hatta çok komik anılarım da var bu konuda. Ünlü çekimlerinde, ünlüyü az çok tanıyorsunuz, özellikle kendi adıma da önceden tanıdığım, bildiğim bir şeklide görüştüğüm birileri olduğu için ne olur ne olmazı bilip ona göre uyarlayabiliyorum pek çok şeyi. Ama bazen özellikle Türkiye’de dergi sektöründe çekimler çok hızlı ilerlemek zorunda kalıyor. Pazartesi karar verip Çarşamba çekim yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Tabi öyle olduğunda her zaman model konusunda cast yapma şansınız olmuyor. Kızların set kartları geliyor oradan seçiyorsunuz. Tabi ki o fotoğraflarda da photoshop mucizesiyle kızlar bazen olduklarından çok daha güzel gözükebiliyorlar. Ama sete bir geliyorlar set kartında 36 beden yazıp aslında 38 beden olan ya da 38 numara ayağı olduğu yazan ama aslında ayağı 40 numara olan modeller de karşımıza çıkabiliyor. Bu, dünyada oluyor mudur bilmiyorum ama ülkemizde olan bir şey.
Tabi bir de işin esprili kısmı, kızcağızlar Türkiye’ye geldiklerinde Türk yemeklerinin tadına varıyorlar. Ne seviyorsunuz diyorum kebap seviyoruz diyorlar, belli oluyor diyorum. 36 numara iken birden 40 numaraya çıkmak çok akıl karı değil çünkü.
Böyle şeyler olabiliyor. Hızlı davranmak zorundasınız. Çünkü günün sonunda tabi ki moda çekimlerinde amacınız birazcık trendleri vermek yani o sezonda çizgi varsa ya da sanatsal desenler varsa onları göstermemek gibi bir şey söz konusu olamaz. Orada stilden ziyade, tabi ki stil vermeye de çalışıyorsunuz ama asıl amacınız trendler ve moda, yani ürünü sattırmak.
Reklamcılık gibi.
Aslında reklamcılık değil. İnsanlar şunu çok bilmiyorlar. Stylist ne iş yapar, kıyafetleri kombinler. Hayır aslında stylistin esas görevi modanın iletişimini sağlamak, daha doğrusu stilin iletişimini sağlamaktır. Çünkü siz markalarla, ürünlerle tüketici arasında bir köprüsünüz. Siz onu ne kadar iyi sunarsanız kişilerde de, alıcıda da, tüketicide de o ürüne sahip olma arzusu yaratıyorsunuz. Bir eteği on farklı editöre verirseniz on farklı şekilde yorumlarlar. Ama atıyorum x stylistin yaptığı çekimdeki eteği beğenmeyebilirsiniz ama benimkini beğenebilirsiniz ya da tam tersi. Dolayısıyla stylistin yorumu o noktada çok önemli. O yorumu işte böyle olumsuz durumlarda kullanarak o çekimi yapıyorsunuz. Çünkü o çekimin yapılması gerekiyor. Yani bütün o ekibi oraya getirdiğiniz zaman bu aynı zamanda büyük de bir maliyet. Dergi çekimlerinde de öyle, dergi çekimlerinde zamanla yarışıyorsunuz. O elinizde tuttuğunuz dergiler 20 günlük bir süre içerisinde hızla hazırlanıyor. Bazen back up’la çalışıyoruz, aylar öncesinden çekimleri yapıyoruz. Ama bazen de kıyafetler gelmemiş oluyor vesaire. Çünkü henüz Türkiye bir moda ülkesi değil. Yani bütün koleksiyonlar Avrupa ülkelerindeki gibi aynı anda gelmediği için bazen beklemek zorunda kalıyorsunuz. Tabi öyle bir şey olduğu zaman da çekimin o anda gerektirdiği konjonktüre göre hareket edip çekimi tamamlamak zorunda kalıyorsunuz.
Sizce ne zaman moda başkenti olmayı başaracak İstanbul?
Ben bu konuda kötümser değilim ama şöyle bir şey var. Bence moda başkenti olabilmek için önce kendimizle daha barışık olmamız gerekiyor bir kere. Biz çok iyi bir tekstil ülkesiyiz, çok iyi tekstil üreticiliğine, çok iyi tekstil işçiliğine, çok iyi kumaşlara sahip bir ülkeyiz. Bu anlamda baktığımda yıllar içinde kendini çok iyi geliştirmiş bir ülkeyiz. Ama moda başkenti olmak öyle ha deyince olacak ya da altı kere moda haftası yaparak olacak bir şey değil. Çünkü İstanbul’da sokak stili dediğimiz şey bile yeni gelişen, yeni yeni olmaya başlayan bir şey. Yani sadece moda haftalarında, defilelerin çıkışlarında gördüğümüz kişiler, öğrenciler, bloggerlar, İstanbul’da yaşayan ve giyinmeyi seven insanlar demek, iyi stil sahibi, sokak stili yaratan insan demek değil. Dolayısıyla kültür olarak da buna daha çok yeni yeni sahip olmaya başladık biz. Yurt dışına gittiğinizde, Paris’te, Milano’da, Londra’da, New York’ta insanların sokakta bir stilleri var ve bu ülkelere baktığınızda insanların stilleri gerçekten köklerinden ve kültürlerinden geliyor. Mesela onlarda özentilik yok. Bu çok da kötü bir şey değil aslında ama bir şeyi çabuk olmak istemekle alakası var. Dolayısıyla biz çok arada kaldığımız için ve daha sokak stilimiz bile gelişmemişken ya da daha pek çok eksiğimiz varken, sponsor eksiklerimiz varken, tasarımcılarımız bunca sıkıntı çekerken, çünkü yurt dışındaki koleksiyonlar moda haftalarından 6 ay önce hazırlanmış ve askılarda yerini almış oluyor. Burada bir ay öncesinde hazırlanmaya başlayan tasarımcılar var, çok riskli ve çok zor Türkiye’de. O yüzden ben daha vaktinin olduğunu düşünüyorum. Ama bence en iyimser tahminle nereden baksan şöyle bir 10 senesi var. Kolay değil yani.
Çok alakasız bir alandan moda sektörüne geçtiniz. Bunun hikayesini öğrenebilir miyiz?
Şöyle açıkçası. Bunu bana sorduklarında ben bunu çok büyük bir şans olarak görüyorum. Bu işle ilgili eğitim alma şansına sahip olmuş kişilere tabi çok saygım var. Her iş için öyle. Ama onun dışında eğitim bir yere kadar. Çünkü yaptığınız iş matematik gibi ya da doktorluk gibi bir şey değil. Sizin kişisel yeteneğiniz, beğenileriniz ve bunları hayata geçirmeniz, uygulamanız. Çünkü moda editörü olmak sadece çok zevkli olmak ve iyi kıyafet seçmek demek değil. Saçtan da anlayacaksınız, makyajdan da anlayacaksınız, fotoğraftan da anlayacaksınız, prodüksiyondan da anlayacaksınız. Yani her şeyden anlamak zorundasınız. Ben tabi ki bu işin eğitimini almak çok istemiştim. Hatta özellikle Marangoni’de programlara bakıyordum ama o dönem için yurt dışına gitmem gibi bir şey mümkün değildi. Bir yandan da kendimi bildim bileli hep büyükelçi olmak isterdim. Çünkü ben büyükelçi olduğum zaman hep davet vereceğim hep şık giyineceğim zannediyordum.Tabi ki okula girince onun öyle olmadığını fark ettim acı bir şekilde.
Sonra üniversite 1. sınıfta Özlem Süer’le tanıştım. Aslında beni ilk bu işe iten kişi rahmetli Meral Okay’dır. Bana mutlaka dergicilikle ilgili bir şey yapmam gerektiğini söylemişti. Ben hiçbir zaman tasarımcı olmayı hayal etmiyordum, styling yapmak istiyordum. Ama yapmak istediğim şeyin ne olduğunu da bilmiyordum o zaman. Ona styling dendiğini bile bilmiyordum. Sonra Özlem Süer’le tanıştım ve Özlem Süer bana gerçekten bir üniversite eğitimi gibi kumaş, renk öğretti. Benim için gerçekten hızlandırılmış bir kurs gibiydi ve çok ilginçtir, ciddi anlamda moda editörü olma kimliğimden sonra da bana bu işi öğreten Özlem Süer’in yanında 1.5 yıl stil danışmanlığı yaptım onun özel müşterilerine. Sonra dergicilik başladı. ALL dergisi ile başladım, asistan olarak başladım. Çünkü bir kere şöyle bir şey var, ne yaparsanız yapın moda editörlüğünü öğrenebilmek için mutlaka bir moda editörünün yanında asistanlık yapmanız gerekiyor.
Selim Baklacı Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 16 Nisan 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Galata’daki atölyesinde bir araya gelerek, Selim Baklacı’yla yaptığımız söyleşi bize moda hakkında bilmediğimiz şeyler öğretirken bildiklerimizi de sorgulattı. Atölyesinin minimal ve sıcak döşenmiş olması sohbetimizi daha da keyiflendirdi, yanına bir de kahveler gelince keyfimize diyecek yoktu doğrusu. Bu samimi sohbetten ve Selim Baklacı’nın atolye/showroomundan kareler:
Trende uyarak bir de selfie çektik;
Galata’daki atölyesinde bir araya gelerek, Selim Baklacı’yla yaptığımız söyleşi bize moda hakkında bilmediğimiz şeyler öğretirken bildiklerimizi de sorgulattı. Atölyesinin minimal ve sıcak döşenmiş olması sohbetimizi daha da keyiflendirdi, yanına bir de kahveler gelince keyfimize diyecek yoktu doğrusu. Bu samimi sohbetten ve Selim Baklacı’nın atolye/showroomundan kareler:
Trende uyarak bir de selfie çektik;
Hande Çokrak Röportajı
Bu röportaj ilk olarak 20 Nisan 2014'te Boğaziçi Üniversitesi Moda Topluluğu'nun websitesi olan bounmoda.com adresinde yayınlanmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Made in Love markasıyla tüm dikkatleri üzerine çeken tasarımcı Hande Çokrak ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Yaratıcı konseptleriyle her defile sonrası takipçilerini bir sonraki sezon için heyecanlandırmayı başaran bu genç tasarımcıyla bir araya gelebilme şansını yakaladığımız için BuModa ekibi olarak oldukça sevinçliyiz.
Tasarım serüveni nasıl başladı?
Lisede çizim dersleri almaya başladım. Güzel sanatlar okumak istiyordum. Sonra bir arkadaşımla Londra’ya gittik, o moda okumak istiyordu. O yaşlarda zaten her genç kızın moda düşkünlüğü oluyor. Arkadaşımla aynı okula başvurdum. Tabi annemlerin haberi bile yok bu sırada. Port folyomu götürdüm ve kabul alınca da başladım. Yani biraz spontane oldu açıkçası. Ama Londra’da okumak çok güzeldi. Moda okunacaksa bence kesinlikle orada okunmalı. Oranın sokakları, sokak modası, insanları, renkleri her şeyi bambaşka! Burada biliyorsunuz farklı bir şey giyinseniz, insanlar kafalarını çevirip çevirip bakar. Orda öyle bir şey yok tabii. İstediğin kadar uçuk kaçık giyinebiliyorsun, kimse dönüp bakmıyor. Bu kadar ilham verici bir ortam olabilir mi? Her şeyden etkileniyorsun.
Moda haftasındaki ‘SuperBad’ temanızdan biraz bahsedelim.
İnsanlar teknolojinin gelişmesiylekendilerini istedikleri gibi geliştirebilecekler. Hayvanlardaki bir özelliği, kamuflaj özelliğini mesela kendilerine aktarabilecekler. Filmlerde gördüğümüz gibi yani. Ancak insanlar kötülüğe çok meyilli. Bu özellikleri ‘Super Hero’ olmak için değil, ‘SuperBad’ olmak için kullanacak. Kendi hedonist emelleri için kullanacak. Çıkış noktamız bu düşünce oldu. Bir yere bağlamak gerekirse hem hayvanları hem de bu karanlığı bir çatı altında toplamak istedim. Müzikler de Marvel’in müzikleriydi zaten. Çok klişe bir şey kullanmak istemedik.
Peki bu mesajı tüketiciye nasıl ulaştırmayı planlıyorsunuz?
Çok ‘in your face’ değil bu mesaj zaten. Bu bizim temamızdı. Biz bundan yola çıktık. Kaygımız tüketiciye bir mesaj vermek değildi. Bu bir kıyafetle ne kadar mümkün olabilir ki? Ancak sunumla vermeye çalışıyorsun. Mesela ben baskı çok kullanıyorum. Benim işim daha kolay yani.
Yoğun bir talep oldu diye hatırlıyorum. Kaç kere yapıldı sunum?
İki kere yaptık. Sahne olmadığı için arkadaki insanlar zaten göremeyecekti. Bu kadar kalabalık olmasını da beklemiyorduk. Bir de ben her sene farklı bir şey yapıyorum. Ya makyaj ağır oluyor, ya aksesuarlara dikkat çekiyorum. Sunumu 1 buçuk saate sığdırmak bu yüzden zaten biraz imkansızdı. Bir de üzerine geç kalınmıştı. Bu yüzden ikinci bir seans yapıldı.
Geçen yıl kullandığınız göz figürü koleksiyonun biraz önüne geçti ama sanki?
Önüne geçmesi belki de normaldi aslında çünkü daha önce kimse öyle bir şey yapmamıştı. Kanatlı bir gözbebeği figürüydü o bu arada. Ben biraz daha kalmasını ve daha çok kişinin görmesini isterdim hatta. Çünkü sunum çok önemli gerçekten. Sade bir sunum yapmaktansa, konseptle alakalı daha görsel şeyler sunmak daha önemli.
Bunu da Fashion Week’te başaran ender isimlerden biri siz oldunuz. Çoğu defilenin bile bir konsepti yoktu.
Evet ama bir de tabi çok tatsız bir zamana denk geldi. Biz de sunumumuzu erteledik. Hatta ben yapmamayı bile düşündüm. Ancak Türkiye’de modayı herkes eğlence sektörüne bağlı olarak görüyor. Bu eğlence değil aslında bir iş. O yüzden insanlar nasıl ertesi gün işe gittiyse, biz de işimizi yaptık. Ama Çarşamba defile yapılmaması benim de desteklediğim, isabetli bir karardı. Ben yapamazdım. Gözlere gelirsek tekrar… Gözlerle birlikle bir de barış işareti yapan, middle finger gösteren eller ve normal eller vardı hatırlarsanız. Gözler aslında sadece benim yaptığım printlerden bir tanesiydi. Uygulama olarak ona karar verdik. Farklı şekiller de vardı aslında ama bütçemiz doğrultusunda bu şekilde hareket ettik.
Fashion Week’le başladık. Biraz daha geriye gidelim şimdi. Londra’da okuduğunuzu söylemiştiniz. Bir tasarımcı olarak mezun olduktan sonra ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Benim için Türkiye’ye dönme veya Londra’da kalma kararı vermem gereken bir dönemdi. Bu hakikaten çok zor bir karardı. Kendi markamı başlatırken de ‘Acaba yapabilecek miyim?’ korkusu vardı. Başarısız olma korkusu beni birkaç sene geriye de itti aslında. Şimdi dönüp baktığımda keşke iki sene daha erken başlasaymışım diyorum. Çünkü uzun süre o cesareti kendimde bulamamıştım. Sonra çalışırken hiçbir şey öğrenmediğimi fark ettim. Sadece para kazanmak için çalışıyordum. Bu da bana bir şey katmıyordu. Bir anda gözümü karartıp kendi markamı yarattım. Bugün iyi ki yapmışım diyorum. Ama herkese önerir miyim, bundan emin değilim. İlk koleksiyonu yaptıktan birkaç sene sonra ayakta durabilmek gerçekten çok zor. Markanın bilinirliğini, satış noktalarını artırmak gerekiyor. İki senelik bütçenin toparlanması gerekiyor bunlar için de. Bir de gözüktüğü kadar eğlenceli olmadığı da oluyor. Koleksiyonla bitmiyor. Bunların üretilmesi, siparişlerin alınması, ihracatın yapılması vs. görülmeyen çok iş var. Çok eğlenceli yanları da var tabi ki işin ama bir o kadar zorluğu, tabiri caizse ameleliği var. Kaç yaşına gelirsen gel bu bitmiyor. Patron koltuğuna oturduğun halde bir şeyleri devamlı kendin bulup keşfetmen gerekiyor. Tasarımın, hayatın, üretimin içinde olman lazım. Ofisten yürümez, hareketi sevmek gerekir. Benim Türkiye’de ofisim de yok ayrıca. Önümüzdeki kış çoğunlukla yurtdışında, 55 noktada satış yapıyor olacağım. En son mesela Urban Outfitters’ın Amerika’da açılacak olan ofisinden sipariş aldım. İyi markalarla iş birliği yapmak da çok önemli. Ancak ihracat yapmak da zor bir iş tabii. Kendi işin olunca her şeyle sen ilgilenmek zorundasın. Excel kullanmayı bu sayede öğrendim ben mesela (gülüyor).
55 noktada satış yapıyor olacağım demiştiniz. Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz? Aldığınız Paris Capitale de la Creation ödülünün bunda bir payı var mı?
Tabi ki de var.Başka yerlerde de çalıştım mesela üretimden depolamaya, pazarlamaya, mağazacılığa kadar işin her aşamasında bulundum. Bence bunların da çok büyük katkısı var. Kendi işime başladıktan sonra ‘Who’s Next’ fuarına katılmam da çok büyük bir adımdı. Katılmasaydım yurtdışında satış yapamayacaktım.Satış noktalarımın temelinde bu fuar var.Bundan sonra katıldığım fuarlar da oldu. Trenoy’a katıldım mesela bu da Who’s Next’ten 1 ay sonra oluyor. Çok daha prestijli bir fuar bu. Bir de koleksiyon henüz fuarlarda değilken, Milano’da bir Showroom’a katıldım. Oradan da satış yapıyorum. Çünkü iyi bir showrooma girmek çok önemli. Bu Milano’daki sizin adınıza İtalya’da mağazalarla görüşüp, onlardan sipariş alıyor. Tabi koleksiyon iyi değilse bunların da bir anlamı yok. Ben koleksiyonumun başarısını giyilebilir şeyler olmalarına bağlıyorum. Mesela ayda bir iki kere kokteyle gidersin ama onun dışında üzerinde tişört vardır. Bir de benim tişörtlerim basic de değil. Baskılarını kendim tasarlıyorum. Dışarda olanlardan çok farklılar. El işçiliğinin çok olması da bir albeni yaratıyor bence. Bütün bunlar bir araya gelince daha satılabilir bir koleksiyon çıkıyor ortaya.
Peki tamamen yurtdışına yerleşip, orada bir ofis açma planınız var mı?
Tabi ki çok isterim ama Türkiye bir tekstil ülkesi. Kumaş, aksesuar, dikim burada çok daha avantajlı. Her türlü imkan ayağının altında. Londra’da çok zor mesela ve bir de çok pahalı tabi.
Fashion Week’ten istediğiniz sonucu aldınız mı?
Bu daha çok reklam ve PR amaçlı yapılan bir etkinlik. IMG yapıyor Fashionweek’i ve çok da başarılılar. Ben çok büyük bir beklentiyle girmiyorum açıkçası. Bu sene ikinci kez katıldım. Ülkemde bir iş yapılıyor ve ben de bu ülkenin bir tasarımcısı olarak katılıyorum. İnsanlar beğenir ya da beğenmez. Moda zaten göreceli bir şey. Ben elimden gelenin en iyisini yapıyorum.
Peki neden Runway değil? Runway’e çıksanız nasıl bir şey yapmak isterdiniz?
İlk olduğu için stüdyoyla, daha küçük bir sunumla başlamak istedim. Öyle olunca tabi daha artistik bir sunum yapabiliyorsun. Bunu Runway’e taşımak pek mümkün olmuyor. Benim yaptığım sunumlar çok daha yeni, çok daha genç oluyor. Markanın kimliğine de uygun oluyor böyle olunca. O yüzden bu şekilde olmasını tercih ediyorum. Belki önümüzdeki yıl Runway yaparım. Ama tabi onu yönetmek çok daha zor. Çok daha büyük bir alanda çalışıyorsunuz ve bu da daha büyük bir bütçe gerektiriyor.
İstanbulda defilenizi nerde, hangi mekanda yapmak isterdiniz?
Eski bir sokakta, mahalle dokusunu kaybetmemiş bir yerde olabilir. Fatih’te bir sokakta mesela. Sokak lambalarını filan süslerdik, çok hoş olurdu.
Peki nasıl bir dekorasyon?
Sokakta çok fazla dekorasyon, süs kullanmazdım herhâlde. Sokağın kendisi zaten bir dekor, o his orada zaten var. Belki mahalle konseptiyle birleştirmek için eski halılar serilebilir podyum yerine. Millet pencerelerden çıkıp izlerdi.
Kendinizi tasarım açısından hangi ülkeye ait hissediyorsunuz?
Renkli ve özgür olduğu için Londra. Ama Tokyo ve Hong Kong’a da çok uyuyor. Onlar da renkli ve çok cesurlar kıyafet konusunda. Ama Londra’ya daha yakınım. Orada daha çok satış yapmak isterdim.
Londra’da nerelerde satmak isterdiniz, hangi mağazalarda?
Opening Ceremony. New York’ta ve Tokyo’da da var mağazaları.
Tarzınızı değiştirmeyi düşünüyor musunuz?
Hiç sanmıyorum. Bir kere rahatıma çok düşkünüm, farklı şeyler giymeyi de çok severim. Kendim ne giyeceksem onları tasarlıyorum. İpek bluz ve topuklu ayakkabılarla Nişantaşı’nda gezinen bir tip değilim. Olmadığım bir şeyi yapmak da istemiyorum. Belki böylesi çok daha ticari başarı getirirdi ama bu ben olmazdı. Koleksiyonun kimliğinin olması çok önemli bir şey. Deminki soruyla bağlantılı olarak başarının bir sebebi de bu zaten. İnsanlar tarafından hemen algılanan bir çizgisi var.
Ben her şeyimi kendim yaparım diyen tasarımcılardan mısınız?
Aynen öyleyim. Kumaşı kendim seçerim, kumaş baskısını kendim seçerim. Astarlara varana kadar her şeyle kendim ilgilenirim. Benim zaten en büyük sorunum da bu. Her şeye kendim koşuyorum. Başkasına yetki veremiyorum. Benim kendi markam olduğu için kendimden çok şey koyuyorum. Bir başkası aynı özenle çalışmayabilir. Ama şimdi işler büyüdükçe kendimi de bu konuda geliştirmem, bu huyumdan vaz geçmem gerekiyor.
Markanızın adınızı taşımaması karışıklığa neden oluyor mu?
Problem oluyor aslında. Şimdi defile olsa, Maid in Love’ın yanına bir isim yazmak gerekiyor. İlk markayı çıkarırken İngilizce bir ismi olmasını istiyordum, yurtdışında satış yapacağım için. Beyin fırtınaları sonucu markanın isminin içinde ‘Love’ gibi güçlü bir kelimenin olmasını istedim. İsimde bir mesaj kaygısı vardı bu yüzden en zoru da isim bulmak oldu. En sonunda ‘Maid in Love’da karar kıldım. Akılda kalan bir isim oldu. Daha önce isim hakkı da alınmamıştı. Bu yüzden marka isminden çok memnunum. Arada kendi ismim olsa mıydı diye düşündüğüm de oluyor. İnsanlar bazen markayı benimle birleştiremeyebiliyor. Ancak yine de İngilizce olması yurtdışında büyük bir avantaj.
Bir röportajda sokak grafitilerinden ilham alıyorum demişsiniz.
Sadece grafiti de değil. Gördüklerini farklı bir gözle değerlendirmeye, yorumlamaya dayanıyor ilham. Bundan bir desen, bir karakter çıkar mı diye düşünüyorsun. Karşındaki insanın karakteri bile sana ilham verebilir. İlhamı hayatın kendisinde aramak gerekir. Belirli bir şeyden ilham alıyorum demek çok zor. Ben çevremde beni heyecanlandıran her şeyden ilham alıyorum.
Kendi mağazanızı açmayı düşünüyor musunuz?
Mağaza tasarımdan çok daha farklı bir iş. Bu işin sipariş alımı, üretimi, koleksiyonu vs. varken bir de mağazacılıkla uğraşmak zor. Müşteri geldiğinde sürekli yeni bir şeyler bulması lazım. 50 parçalık sonbahar-kış koleksiyonu hazırladın diyelim, bunun altı ay bir mağazada kalması çok sıkıcı olur. O mağazayı ayakta tutmak için koleksiyonu devamlı yenilemek, aksesuarlarla desteklemek gerekir. Bu yüzden mağaza açmak benim için daha sonra atacağım bir adım.
Logodan memnun musunuz? Logoyu yazısız, tek kullanıyor musunuz?
Logoyu hep “Maid in Love” yazısıyla kullanıyorum. Logo markaya ek bir şey ve tek başına beni ifade edemez. Markanın etkisini yansıtmaktır logonun amacı. Ben logomdan memnunum. Daktilo fontuyla yazılmış. Ancak, yazı karakterleri çok ince. Şimdi bakıyorum, daha kalın olsalarmış. Daha dikkat çekici olurmuş.
Moda denince akla kadınlar gelir ama ünlü modacıların çoğu erkektir. Bunu neye bağlıyorsunuz ve sizin kadın bir modacı olarak farkınız nedir sizce?
Ben kendimi çok fazla etiketlendirmek istemiyorum moda tasarımcısı olarak. Bir kere çok zor bir iş. Belki de ondan erkekler bu kadar bu sektörde. Dediğim gibi görünen eğlenceli yüzünün arkasında hem psikolojik olarak, hem de fiziksel olarak çok ağır yükler var. Hiçbir şeyden etkilenmemen ve güçlü olman lazım. Bir de kadınlarla anlaşmak da çok önemli. Bir kadının başka bir kadınla anlaşması daha zor bence.
Peki tasarımda kıyafet dışına çıkmak ister misiniz?
Çok isterim. Zaten aksesuar yapıyorum. Her sezon en az üç tane ayakkabı ekliyorum bazen de bileklik, kemer, şapka. Bu sezon Nike ile bir işbirliği yaptık ayrıca. Nike’a püsküllü ayakkabılar tasarladım. Bu iş birliği beni çok mutlu etti. Çok severek, zevk alarak ve eğlenerek hazırladım ayakkabıları.
Son bir soru. Türkiye’de moda algısı nasıl size? Türkiye’de moda nasıl daha çok gelişebilir?
Bir kere insanların kendi tarzlarını yansıtması ve daha özgün olmaları gerekiyor. Bu modaymış bunu alayım algısı çok var maalesef. Artık sıkılıyorsun herkesin üzerinde aynı şeyleri görmekten. Biz biraz olması gerektiği gibi yaşıyoruz sanırım. Kadın böyle giyinir, erkek böyle giyinir kalıplarına bağlı kalıyoruz. Bu yüzden farklı şeyler çok çıkamıyor ortaya.
Geçtiğimiz günlerde Made in Love markasıyla tüm dikkatleri üzerine çeken tasarımcı Hande Çokrak ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Yaratıcı konseptleriyle her defile sonrası takipçilerini bir sonraki sezon için heyecanlandırmayı başaran bu genç tasarımcıyla bir araya gelebilme şansını yakaladığımız için BuModa ekibi olarak oldukça sevinçliyiz.
Tasarım serüveni nasıl başladı?
Lisede çizim dersleri almaya başladım. Güzel sanatlar okumak istiyordum. Sonra bir arkadaşımla Londra’ya gittik, o moda okumak istiyordu. O yaşlarda zaten her genç kızın moda düşkünlüğü oluyor. Arkadaşımla aynı okula başvurdum. Tabi annemlerin haberi bile yok bu sırada. Port folyomu götürdüm ve kabul alınca da başladım. Yani biraz spontane oldu açıkçası. Ama Londra’da okumak çok güzeldi. Moda okunacaksa bence kesinlikle orada okunmalı. Oranın sokakları, sokak modası, insanları, renkleri her şeyi bambaşka! Burada biliyorsunuz farklı bir şey giyinseniz, insanlar kafalarını çevirip çevirip bakar. Orda öyle bir şey yok tabii. İstediğin kadar uçuk kaçık giyinebiliyorsun, kimse dönüp bakmıyor. Bu kadar ilham verici bir ortam olabilir mi? Her şeyden etkileniyorsun.
Moda haftasındaki ‘SuperBad’ temanızdan biraz bahsedelim.
İnsanlar teknolojinin gelişmesiylekendilerini istedikleri gibi geliştirebilecekler. Hayvanlardaki bir özelliği, kamuflaj özelliğini mesela kendilerine aktarabilecekler. Filmlerde gördüğümüz gibi yani. Ancak insanlar kötülüğe çok meyilli. Bu özellikleri ‘Super Hero’ olmak için değil, ‘SuperBad’ olmak için kullanacak. Kendi hedonist emelleri için kullanacak. Çıkış noktamız bu düşünce oldu. Bir yere bağlamak gerekirse hem hayvanları hem de bu karanlığı bir çatı altında toplamak istedim. Müzikler de Marvel’in müzikleriydi zaten. Çok klişe bir şey kullanmak istemedik.
Peki bu mesajı tüketiciye nasıl ulaştırmayı planlıyorsunuz?
Çok ‘in your face’ değil bu mesaj zaten. Bu bizim temamızdı. Biz bundan yola çıktık. Kaygımız tüketiciye bir mesaj vermek değildi. Bu bir kıyafetle ne kadar mümkün olabilir ki? Ancak sunumla vermeye çalışıyorsun. Mesela ben baskı çok kullanıyorum. Benim işim daha kolay yani.
Yoğun bir talep oldu diye hatırlıyorum. Kaç kere yapıldı sunum?
İki kere yaptık. Sahne olmadığı için arkadaki insanlar zaten göremeyecekti. Bu kadar kalabalık olmasını da beklemiyorduk. Bir de ben her sene farklı bir şey yapıyorum. Ya makyaj ağır oluyor, ya aksesuarlara dikkat çekiyorum. Sunumu 1 buçuk saate sığdırmak bu yüzden zaten biraz imkansızdı. Bir de üzerine geç kalınmıştı. Bu yüzden ikinci bir seans yapıldı.
Geçen yıl kullandığınız göz figürü koleksiyonun biraz önüne geçti ama sanki?
Önüne geçmesi belki de normaldi aslında çünkü daha önce kimse öyle bir şey yapmamıştı. Kanatlı bir gözbebeği figürüydü o bu arada. Ben biraz daha kalmasını ve daha çok kişinin görmesini isterdim hatta. Çünkü sunum çok önemli gerçekten. Sade bir sunum yapmaktansa, konseptle alakalı daha görsel şeyler sunmak daha önemli.
Bunu da Fashion Week’te başaran ender isimlerden biri siz oldunuz. Çoğu defilenin bile bir konsepti yoktu.
Evet ama bir de tabi çok tatsız bir zamana denk geldi. Biz de sunumumuzu erteledik. Hatta ben yapmamayı bile düşündüm. Ancak Türkiye’de modayı herkes eğlence sektörüne bağlı olarak görüyor. Bu eğlence değil aslında bir iş. O yüzden insanlar nasıl ertesi gün işe gittiyse, biz de işimizi yaptık. Ama Çarşamba defile yapılmaması benim de desteklediğim, isabetli bir karardı. Ben yapamazdım. Gözlere gelirsek tekrar… Gözlerle birlikle bir de barış işareti yapan, middle finger gösteren eller ve normal eller vardı hatırlarsanız. Gözler aslında sadece benim yaptığım printlerden bir tanesiydi. Uygulama olarak ona karar verdik. Farklı şekiller de vardı aslında ama bütçemiz doğrultusunda bu şekilde hareket ettik.
Fashion Week’le başladık. Biraz daha geriye gidelim şimdi. Londra’da okuduğunuzu söylemiştiniz. Bir tasarımcı olarak mezun olduktan sonra ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Benim için Türkiye’ye dönme veya Londra’da kalma kararı vermem gereken bir dönemdi. Bu hakikaten çok zor bir karardı. Kendi markamı başlatırken de ‘Acaba yapabilecek miyim?’ korkusu vardı. Başarısız olma korkusu beni birkaç sene geriye de itti aslında. Şimdi dönüp baktığımda keşke iki sene daha erken başlasaymışım diyorum. Çünkü uzun süre o cesareti kendimde bulamamıştım. Sonra çalışırken hiçbir şey öğrenmediğimi fark ettim. Sadece para kazanmak için çalışıyordum. Bu da bana bir şey katmıyordu. Bir anda gözümü karartıp kendi markamı yarattım. Bugün iyi ki yapmışım diyorum. Ama herkese önerir miyim, bundan emin değilim. İlk koleksiyonu yaptıktan birkaç sene sonra ayakta durabilmek gerçekten çok zor. Markanın bilinirliğini, satış noktalarını artırmak gerekiyor. İki senelik bütçenin toparlanması gerekiyor bunlar için de. Bir de gözüktüğü kadar eğlenceli olmadığı da oluyor. Koleksiyonla bitmiyor. Bunların üretilmesi, siparişlerin alınması, ihracatın yapılması vs. görülmeyen çok iş var. Çok eğlenceli yanları da var tabi ki işin ama bir o kadar zorluğu, tabiri caizse ameleliği var. Kaç yaşına gelirsen gel bu bitmiyor. Patron koltuğuna oturduğun halde bir şeyleri devamlı kendin bulup keşfetmen gerekiyor. Tasarımın, hayatın, üretimin içinde olman lazım. Ofisten yürümez, hareketi sevmek gerekir. Benim Türkiye’de ofisim de yok ayrıca. Önümüzdeki kış çoğunlukla yurtdışında, 55 noktada satış yapıyor olacağım. En son mesela Urban Outfitters’ın Amerika’da açılacak olan ofisinden sipariş aldım. İyi markalarla iş birliği yapmak da çok önemli. Ancak ihracat yapmak da zor bir iş tabii. Kendi işin olunca her şeyle sen ilgilenmek zorundasın. Excel kullanmayı bu sayede öğrendim ben mesela (gülüyor).
55 noktada satış yapıyor olacağım demiştiniz. Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz? Aldığınız Paris Capitale de la Creation ödülünün bunda bir payı var mı?
Tabi ki de var.Başka yerlerde de çalıştım mesela üretimden depolamaya, pazarlamaya, mağazacılığa kadar işin her aşamasında bulundum. Bence bunların da çok büyük katkısı var. Kendi işime başladıktan sonra ‘Who’s Next’ fuarına katılmam da çok büyük bir adımdı. Katılmasaydım yurtdışında satış yapamayacaktım.Satış noktalarımın temelinde bu fuar var.Bundan sonra katıldığım fuarlar da oldu. Trenoy’a katıldım mesela bu da Who’s Next’ten 1 ay sonra oluyor. Çok daha prestijli bir fuar bu. Bir de koleksiyon henüz fuarlarda değilken, Milano’da bir Showroom’a katıldım. Oradan da satış yapıyorum. Çünkü iyi bir showrooma girmek çok önemli. Bu Milano’daki sizin adınıza İtalya’da mağazalarla görüşüp, onlardan sipariş alıyor. Tabi koleksiyon iyi değilse bunların da bir anlamı yok. Ben koleksiyonumun başarısını giyilebilir şeyler olmalarına bağlıyorum. Mesela ayda bir iki kere kokteyle gidersin ama onun dışında üzerinde tişört vardır. Bir de benim tişörtlerim basic de değil. Baskılarını kendim tasarlıyorum. Dışarda olanlardan çok farklılar. El işçiliğinin çok olması da bir albeni yaratıyor bence. Bütün bunlar bir araya gelince daha satılabilir bir koleksiyon çıkıyor ortaya.
Peki tamamen yurtdışına yerleşip, orada bir ofis açma planınız var mı?
Tabi ki çok isterim ama Türkiye bir tekstil ülkesi. Kumaş, aksesuar, dikim burada çok daha avantajlı. Her türlü imkan ayağının altında. Londra’da çok zor mesela ve bir de çok pahalı tabi.
Fashion Week’ten istediğiniz sonucu aldınız mı?
Bu daha çok reklam ve PR amaçlı yapılan bir etkinlik. IMG yapıyor Fashionweek’i ve çok da başarılılar. Ben çok büyük bir beklentiyle girmiyorum açıkçası. Bu sene ikinci kez katıldım. Ülkemde bir iş yapılıyor ve ben de bu ülkenin bir tasarımcısı olarak katılıyorum. İnsanlar beğenir ya da beğenmez. Moda zaten göreceli bir şey. Ben elimden gelenin en iyisini yapıyorum.
Peki neden Runway değil? Runway’e çıksanız nasıl bir şey yapmak isterdiniz?
İlk olduğu için stüdyoyla, daha küçük bir sunumla başlamak istedim. Öyle olunca tabi daha artistik bir sunum yapabiliyorsun. Bunu Runway’e taşımak pek mümkün olmuyor. Benim yaptığım sunumlar çok daha yeni, çok daha genç oluyor. Markanın kimliğine de uygun oluyor böyle olunca. O yüzden bu şekilde olmasını tercih ediyorum. Belki önümüzdeki yıl Runway yaparım. Ama tabi onu yönetmek çok daha zor. Çok daha büyük bir alanda çalışıyorsunuz ve bu da daha büyük bir bütçe gerektiriyor.
İstanbulda defilenizi nerde, hangi mekanda yapmak isterdiniz?
Eski bir sokakta, mahalle dokusunu kaybetmemiş bir yerde olabilir. Fatih’te bir sokakta mesela. Sokak lambalarını filan süslerdik, çok hoş olurdu.
Peki nasıl bir dekorasyon?
Sokakta çok fazla dekorasyon, süs kullanmazdım herhâlde. Sokağın kendisi zaten bir dekor, o his orada zaten var. Belki mahalle konseptiyle birleştirmek için eski halılar serilebilir podyum yerine. Millet pencerelerden çıkıp izlerdi.
Kendinizi tasarım açısından hangi ülkeye ait hissediyorsunuz?
Renkli ve özgür olduğu için Londra. Ama Tokyo ve Hong Kong’a da çok uyuyor. Onlar da renkli ve çok cesurlar kıyafet konusunda. Ama Londra’ya daha yakınım. Orada daha çok satış yapmak isterdim.
Londra’da nerelerde satmak isterdiniz, hangi mağazalarda?
Opening Ceremony. New York’ta ve Tokyo’da da var mağazaları.
Tarzınızı değiştirmeyi düşünüyor musunuz?
Hiç sanmıyorum. Bir kere rahatıma çok düşkünüm, farklı şeyler giymeyi de çok severim. Kendim ne giyeceksem onları tasarlıyorum. İpek bluz ve topuklu ayakkabılarla Nişantaşı’nda gezinen bir tip değilim. Olmadığım bir şeyi yapmak da istemiyorum. Belki böylesi çok daha ticari başarı getirirdi ama bu ben olmazdı. Koleksiyonun kimliğinin olması çok önemli bir şey. Deminki soruyla bağlantılı olarak başarının bir sebebi de bu zaten. İnsanlar tarafından hemen algılanan bir çizgisi var.
Ben her şeyimi kendim yaparım diyen tasarımcılardan mısınız?
Aynen öyleyim. Kumaşı kendim seçerim, kumaş baskısını kendim seçerim. Astarlara varana kadar her şeyle kendim ilgilenirim. Benim zaten en büyük sorunum da bu. Her şeye kendim koşuyorum. Başkasına yetki veremiyorum. Benim kendi markam olduğu için kendimden çok şey koyuyorum. Bir başkası aynı özenle çalışmayabilir. Ama şimdi işler büyüdükçe kendimi de bu konuda geliştirmem, bu huyumdan vaz geçmem gerekiyor.
Markanızın adınızı taşımaması karışıklığa neden oluyor mu?
Problem oluyor aslında. Şimdi defile olsa, Maid in Love’ın yanına bir isim yazmak gerekiyor. İlk markayı çıkarırken İngilizce bir ismi olmasını istiyordum, yurtdışında satış yapacağım için. Beyin fırtınaları sonucu markanın isminin içinde ‘Love’ gibi güçlü bir kelimenin olmasını istedim. İsimde bir mesaj kaygısı vardı bu yüzden en zoru da isim bulmak oldu. En sonunda ‘Maid in Love’da karar kıldım. Akılda kalan bir isim oldu. Daha önce isim hakkı da alınmamıştı. Bu yüzden marka isminden çok memnunum. Arada kendi ismim olsa mıydı diye düşündüğüm de oluyor. İnsanlar bazen markayı benimle birleştiremeyebiliyor. Ancak yine de İngilizce olması yurtdışında büyük bir avantaj.
Bir röportajda sokak grafitilerinden ilham alıyorum demişsiniz.
Sadece grafiti de değil. Gördüklerini farklı bir gözle değerlendirmeye, yorumlamaya dayanıyor ilham. Bundan bir desen, bir karakter çıkar mı diye düşünüyorsun. Karşındaki insanın karakteri bile sana ilham verebilir. İlhamı hayatın kendisinde aramak gerekir. Belirli bir şeyden ilham alıyorum demek çok zor. Ben çevremde beni heyecanlandıran her şeyden ilham alıyorum.
Kendi mağazanızı açmayı düşünüyor musunuz?
Mağaza tasarımdan çok daha farklı bir iş. Bu işin sipariş alımı, üretimi, koleksiyonu vs. varken bir de mağazacılıkla uğraşmak zor. Müşteri geldiğinde sürekli yeni bir şeyler bulması lazım. 50 parçalık sonbahar-kış koleksiyonu hazırladın diyelim, bunun altı ay bir mağazada kalması çok sıkıcı olur. O mağazayı ayakta tutmak için koleksiyonu devamlı yenilemek, aksesuarlarla desteklemek gerekir. Bu yüzden mağaza açmak benim için daha sonra atacağım bir adım.
Logodan memnun musunuz? Logoyu yazısız, tek kullanıyor musunuz?
Logoyu hep “Maid in Love” yazısıyla kullanıyorum. Logo markaya ek bir şey ve tek başına beni ifade edemez. Markanın etkisini yansıtmaktır logonun amacı. Ben logomdan memnunum. Daktilo fontuyla yazılmış. Ancak, yazı karakterleri çok ince. Şimdi bakıyorum, daha kalın olsalarmış. Daha dikkat çekici olurmuş.
Moda denince akla kadınlar gelir ama ünlü modacıların çoğu erkektir. Bunu neye bağlıyorsunuz ve sizin kadın bir modacı olarak farkınız nedir sizce?
Ben kendimi çok fazla etiketlendirmek istemiyorum moda tasarımcısı olarak. Bir kere çok zor bir iş. Belki de ondan erkekler bu kadar bu sektörde. Dediğim gibi görünen eğlenceli yüzünün arkasında hem psikolojik olarak, hem de fiziksel olarak çok ağır yükler var. Hiçbir şeyden etkilenmemen ve güçlü olman lazım. Bir de kadınlarla anlaşmak da çok önemli. Bir kadının başka bir kadınla anlaşması daha zor bence.
Peki tasarımda kıyafet dışına çıkmak ister misiniz?
Çok isterim. Zaten aksesuar yapıyorum. Her sezon en az üç tane ayakkabı ekliyorum bazen de bileklik, kemer, şapka. Bu sezon Nike ile bir işbirliği yaptık ayrıca. Nike’a püsküllü ayakkabılar tasarladım. Bu iş birliği beni çok mutlu etti. Çok severek, zevk alarak ve eğlenerek hazırladım ayakkabıları.
Son bir soru. Türkiye’de moda algısı nasıl size? Türkiye’de moda nasıl daha çok gelişebilir?
Bir kere insanların kendi tarzlarını yansıtması ve daha özgün olmaları gerekiyor. Bu modaymış bunu alayım algısı çok var maalesef. Artık sıkılıyorsun herkesin üzerinde aynı şeyleri görmekten. Biz biraz olması gerektiği gibi yaşıyoruz sanırım. Kadın böyle giyinir, erkek böyle giyinir kalıplarına bağlı kalıyoruz. Bu yüzden farklı şeyler çok çıkamıyor ortaya.
Subscribe to:
Posts (Atom)